21 Eylül 2013 Cumartesi

Bir Ankara Yazısı




    Bilmem hatırlar mısınız Kemal Sunal’ın son filmi olan Propaganda’da bir kara tren sahnesi vardı. Bir vagonda yan yana dizilmiş üç köylü hep bir ağızdan şöyle diyorlardı; ‘Ankara Ankara güzel Ankara \ Seni görmek ister her bahtı kara.’
            Nedendir bilinmez Ankara denince benim zihnimin kamerası hep bu sahneye çevrilir. Önce Kemal Sunal belirir o üç köylü adamla sonra da Behzat baş komiser ile tespihi girer kadraja bir anda. Ardından fonda yükselen şarkı tabii ki de Pilli Bebek’ten ‘…  Solmuş insanların yüzünde gülümseme beklerken tren yolları boyu düşündüm.’’
            Evet, hücrelerime kadar işleyen mesleki alışkanlığım sayesinde yazının dikkat çekme kısmını başarıyla atlattığıma göre artık sizi güdüleyebilirim. Bu bir Ankara yazısıdır dostlar. Bu gidilecek istikamet belli iken beklenmedik bir anda dönülen sapağın yazısıdır. Bu yazısında yazar size kendi başkentinin kapılarını hafifçe aralayacaktır. Ve bu yazının sonunda her okur gökten kendi payına düşen elmayı usulca cebine atacaktır.
            Çok değil bundan yaklaşık bir sene önce benim de en ince ayrıntısına kadar planlanmış bir zorunlu istikametim vardı kendimce. Mezun olacaktım, kep atacaktım, sınavdan alnımın akıyla çıkıp tüm idealistliğim ile ders başı yapacaktım, sonra huzur ile başımı omzuna yaslayıp yarım kalan kitaplarımı okuyacak, ilk O’nun okuyacağı yazılar yazacaktım. Ama işte ben bu istikametin son dönemecinde direksiyonu beklenmedik bir şekilde Ankara’ya kırdım. Kim bilir belki de kırmak zorunda kaldım.
            Şimdi bir sınıf dolusu öğrenciye değil bir kitaplık dolusu test kitabına ‘günaydın’ diyorum her sabah. Günün ilk ışıklarıyla fırlıyorum yataktan, çıkıyorum evden. Uzun uzun yürüyorum sabahın o tatlı meltemi yüzümü yalarken. Tanımadığım sokaklardan, bilmediğim evlerin önünden, ilk kez şahit olduğum hayatların kıyısından geçiyorum. Yeni bir ev sahibim, hiç tanımadığım komşularım ve bahçemden ayrılmayan yüzsüz sokak kedilerim var artık. Bir de umudum var. Birazcık hırsım, bir tutam da kırgınlığım…
            Bir süredir odama pek uğramayan ilham perime inat başucu kitaplarım da var onlarca. O’nun omzunda değil belki ama iki büklüm yatağımın bir köşesinde okuduğum onlarca kitap. Yeni kitapçılarım, güler yüzlü bir bakkal amcam ve bir de ara ara yolunu tuttuğum bir sahaf\kafem.
            Evet, bu ara bir sahaf\kafeye alıştırdım ayaklarımı. Kızılay’ın merkezinde bir apartmanın ara katında, küçük, duvarları boydan boya raflarla dolu, insanı kendine bağlayan bir yer. Kendisini kitapçı arşınlarken kapısında asılı olan ‘ikinci el kitap alınır\satılır’ yazısı sayesinde keşfettim, çok sevdim, müdavini oldum çıktım. Ben de bu gibi keşiflerim yüzünden her gittiği şehirde önce kitapçıların adreslerini öğrenen biri oldum çıktım ya zaten. Görseniz çok severseniz, saatlerce oturmak istersiniz, kitaplara göz atarken zamanın nasıl geçtiğini fark bile edemezsiniz, belki de benim gibi cadde manzaralı masalarından birine oturur bir de demli bir çay söyler yazar yazar silersiniz.
            İşte kapının aralığından gördüğü kadarıyla benim başkentim bu ara dönüşüm içerisinde. Sükûnet içinde geçirdiği nefeslenme sürecini telafi etmeye hazırlanıyor. Başaracak gibi görünüyor. Ben ümit varım. Görmek, şahit olmak, yoldaş olmak, e biraz da destek olmak isterseniz sık sık yazılarımı ziyaret edin derim. Ziyaretlerinizi hayata geçirmek isterseniz de her yere bir otobüse atlayıp gelme mesafesindeyim dostlar, beklerim. 

2 Eylül 2013 Pazartesi

İhtiyaca Binaen

         Ben küçükken sıra sıra menekşelerimiz vardı balkonda, pencere kenarlarında. Onları aşk merdivenleri takip ederdi evin en uç köşelerinde. Boyumuzca uzanan aşk merdivenleri… Her gün aynı sakinlikle sulardı annem onları. Sanki inancının gereği bir ibadeti yerine getirmiş gibi huzurlu bir tebessüm yerleşirdi yüzüne. Tek tek yapraklarını okşar, hallerini hatırlarını sorar, günlük dedikoduları anlatırdı sessizce. Ben ilk onda gördüm başka bir familyayla kurulan o enteresan bağı. Anlardı onu çiçekleri. Hiçbirinin diğerinden farkı olmamasına rağmen hepsinin ayrı birer adı vardı. Sanki bilirlerdi kendi adlarını.
         Yıllar sonra bu bağı ben de kurmaya çalıştım. Bir fesleğen edindim kendime. Aslında bir fesleğen hediye edildi bana. 'Züleyha' koyduk adını. İlk toprağını değiştirdik, can suyunu verdik sonra. Küçücük dairemin bana göre en güzel olan köşesine yerleştirdim onu. Konuştum, su verdim, dertleştim, dökülen yapraklarını temizledim. Ama olmadı. Her seferinde büktü boynunu, soldurdum Züleyha’yı. Vazgeçtim sonra.       
        Günlerden bir gün tüm domestikliğimle evimi temizliyorum yine köşe bucak. Ne çekmece kalmış açılmayan ne de bir santim yer kalmış silinmeyen. Gelmiş sıra rafların tozunu almaya. Ben kitaplığa bakıyorum uzun uzun kitaplık da bana. İndiriyorum tek tek kitapları. Sonra siliyorum rafları birer birer. Derken sıra geliyor yeniden yerleştirmeye indirilen kitapları. Dedim ya domestikliğim üzerimde diye, başlıyorum bu kez her bir kitabı köşe bucak elden geçirmeye. Sonra bir not geçiyor elime, sayfanın köşesine atılmış bir tarih ya da altı çizilmiş satırlar. Konuşmaya başlıyor benimle. Bırakıyorum bezi falan. Bağdaş kuruyorum yere. O ana gidiyorum. Neden çizilmiş o satır o anımsanıyor hemen. Ya da ‘Ne özelliği vardı bugünün yahu?’ diye hafıza zorlanıyor. Sonra huzur dolu bir tebessüm. Derken hemen karşımda duran aynadaki aksim ile göz göze geliyorum. Bu tebessüm? Evet, annemin tebessümü bu! Yıllar önce menekşelerini sularken kıvrıldığı gibi kıvrılıyor benim de dudaklarım. Aynı huzurlu bakış. Aynı muzip gülümseme.
         Züleyha ile geçirilen birkaç başarısız girişimden sonra kitaplarla mutluluğu yakalıyorum. Enteresan bir bağ oluşuyor zamanla aramızda. Kimi günü geliyor ders veriyor bana, kimi en sıkıcı zamanlarımda fantastik bir serüvene davet ediyor beni, kimi hiç tanımadığım birini tanıtıyor en duru haliyle, kimi gözyaşlarımı da katık ediyor okuduğum satırlara. Ve hepsinde aynı hüzünle çevriliyor son sayfa. Kapatılıyor kapak. Yine o huzur dolu tebessüm dudaklarda.

         İnsan zamanla öğreniyor hayatına dahil ettiği her parçanın aslında bir dili olduğunu, ara ara onlarla konuştuğunu, fark etmeden duygusal bir bağ kurduğunu. Ben de aslında onları seçmediğimi onların beni durdukları raflardan usul usul kendilerine çektiklerini zamanla öğrendim. İşte böyle bir çekimin sonucu olarak son sohbet arkadaşım ‘Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ oldu. Hani az önce bahsettim ya her parçanın kendine ait bir dili, duygusu var diye işte ben bu gerçeği bir kez daha yaşadım bu kitap ile. Kitap piyasaya çıkalı çok uzun zaman oldu. Tabii ben de çıktığı gibi alanlardan biri oldum. Ama aylarca beklettim kitaplığımda. Okul kitaplarımı sıkıştırdım araya, staj dosyalarımı, birkaç akademik kitabı, sonra bir de bir inceleme okuyayım derken zaman oldu bu zaman. Şöyle her işi halledip ayaklarımı uzattığım zaman sanki göz kırptı bana kitaplığımın rafından. Aldım elime başladım okumaya. İlk birkaç sayfayı devirdikten sonra anladım, farkında olmadan ama büyük bir iştahla neden bir kenara sakladığımı. Meğer benim bu günlerimin ilacı buradaymış. İçimdeki kadınları buldum o satırlarda tabii bir de içine düştüğüm labirentin çıkış yolunu.
         Adetimdir bir kitabı bitirdikten sonra rastgele bir sayfa açar ve gözüme çarpan ilk satırı okurum. Benim için o göze çarpan satır kitaptan payıma düşen cümledir. Bu kitapta da adeti bozmadım. Rastgele bir sayfa açtım ihtiyaca binaen ve bana şu satırları hediye etti Düğümlere Üfleyen Kadınlar; ‘Sana söyledim. Yazı yazanlar yalnız kalır. Dikkat et. Denizin ortasında bir başına kalırsın.’.