Lennie zeka kırıntılarını bir araya toplayıp George'un ağzını aradı:
—Ne bileyim… Beni sevdiğini sanıyordum!
—Ne bileyim… Beni sevdiğini sanıyordum!
—Seviyorum ya! Sevmesem burada ne işim var?
—Öyleyse anlat! Her zaman ki gibi…
—Ne anlatayım?
—Bizimle diğerlerinin arasındaki farkı?
George hazin bir sesle:
—Biz diğerlerine benzemeyiz… dedi. Bizim
gibi adamların kimi kimsesi yoktur. Bir ayda kazandıklarını bir gece de yer
bitirirler. Onlara sahip çıkacak, onları uyaracak ne bir arkadaşları ne de
dostları vardır…
—Şimdi de bizi anlat George! Ya biz?
—Biz onlara benzemeyiz…
—Biz nasılız onu anlat!
Kısa boylu adam sustu.
Lennie ona yardım etmek için:
—Çünkü… dedi
George:
—Çünkü benim için sen, senin için de ben
varım!
Lennie memnun bir sesle haykırdı:
—Biz başkalarına benzemeyiz! Biz
birbirimizi düşünürüz!
Akşamın meltemi suları uyandırdı. Yapraklar
hışırdadı. Adamların sesleri gittikçe yaklaştı.
…
Fareler
ve İnsanlar \ John STEINBECK
Steinbeck
bu satırları yazarken takvimler 1937’yi göstermekteydi. O zamanlar bitmez
tükenmez bir inadı vardı. ‘ Ben büyük bir yazar olacağım ve sizlerde
göreceksiniz!’ diyordu. Bu öngörüsünde pek yanılmamıştı. Ona beklediği şöhreti
Fareler ve İnsanlar (Of Mice and Men) adlı eseri kazandırdı. Birbiri ardına
sunduğu eserler 1962’de Nobel Ödülü’ne kadar götürdü onu. Çok değil bu ödülden
6 sene sonra kalemini bir daha eline almamak üzere bıraktı. Ardında kalan
eserleri yıllar boyu okundu, beğenildi ve belki de vakti zamanında kendisinin
adını bile duymadığı bir ülkenin ilköğretim kademesinde okutulması zorunlu olan
100 temel eser içerisine girdi. Bu kadarını tahmin eder miydi ya da bilse ne
kadar mutlu olurdu bilemem ama bildiğim bir şey var ki yaklaşık 76 sene sonra
bir adamın çıkıp yazdıklarını ‘öğrencilerin ahlaki gelişimi için uygunsuz’
bulduğunu duysa çok gücenirdi elbet. O da bir durup düşünür müydü acaba neyi
uygunsuz buldular diye. Başına her gittiği yerde dert açmasına rağmen sırf
duyduğu sevgi ve merhamet yüzünden arkadaşını bırakamayan George’u mu? İnsan
oldukları gerçeği göz ardı edilen çiftlik çalışanlarını mı? Ya da koca
cüssesinin aksine içindeki o saf çocuğu büyütememiş Lennie mi?
İçindeki o saf çocuk demişken
bu ‘uygunsuz’luk akımından en büyük zararı gören Zeze’yi de es geçmemek lazım.
Şeker Portakalı sizler gibi benim de çocukluk yıllarımda tanıştığım ve
unutamadığım ender kitaplardan biridir. Onunla yıllar sonra tekrar bir araya
gelişimiz bir dersimin vize sınavı içindi. O dönem içinde yaklaşık bir hafta
kadar bana eşlik etti. Bu kitabı elimde görenler önce minik bir tebessümde
bulunuyor daha sonra da yüksek ihtimal çocuklarla ilgili bir meslekle
uğraştığımı düşünüyorlardı. Çünkü bu kitap hala bizim için bir çocuk romanıydı.
Evet, belki de o dönem benim için de vize sınavında sorumlu olduğum herhangi
bir çocuk kitap idi. Taa ki o beraber geçirdiğimiz 1 haftanın sonuna gelinceye kadar.
O zamanlar kitabı yeniden
elime aldığımda fark ettim ki kitap hakkında hatırladığım tek şey minik Zeze ve
ona hayat veren en az onun kadar minik şeker portakalı fidanıydı. Belki de bu
yüzden büyük bir merakla ve dikkatle yeniden inceledim bu kitabı. Çünkü eğer
bir dersin vize sınavında sorumlu tutuluyorsak öyle sıradan bir çocuk romanı
olmamalıydı bu kitap. Ki tahminlerimi de boşa çıkarmadı.
Meğer bu kitapta gerçekten
görmemiz gereken Zeze; ‘5 yaşında, kendi hayal dünyasında gezip dolaşan, bir de
bir küçük şeker portakalı fidanına sahip olan herhangi bir çocuk’ diye
tanımlanacak kadar sığ değil imiş. Meğer o 5 yaşındaki miniğin taşıması gereken
kendi boyunda bir ayakkabı boyası kutusu, babasının işsizliği yüzünden okula
hiçbir zaman götüremediği beslenme çantası, sadece yolun yarısına kadar
kullanabildiği bir lastik pabucu ve Noel sabahları asla kapısının önünde
göremediği hediyeleri varmış. Sırf çirkin diye hiçbir öğrencinin çiçek
getirmediği öğretmenine her sabah komşu bahçeden çalıp getirdiği çiçekleri varmış.
Dayak yeme pahasına sırf öğretmeninin yüzü gülsün diye çalınan çiçeklermiş
onlar. Ailesinin onun anlayamayışı da cabasıymış. Aslında o kadar özel bir
çocukmuş ki. Mesela; 5 yaşında olmasına ve kimsenin ona yardım etmemesine
rağmen birden okumaya başlamış. Duyduğu her şarkıyı birkaç tekrarda
ezberleyebilir, belki aile bireylerinin bile telaffuz edemeyeceği kelimeleri
anlamlarını bilerek, doğru yerlerde kullanabilirmiş. Bulduğu bir nesneyi yaratıcılığı
sayesinde ihtiyacı olan herhangi bir şeyin yerine kullanabilirmiş ve bunlar
gibi birçoğu…
Bu kez aynı soruyu Vasconcelos
adına sormak istiyorum; acaba bu kitapta neyi uygunsuz buldular? 5 yaşındaki
bir çocuğun iç dünyasına göz atma şansını bize tanıdığı için Zeze’yi mi? Onun
özel bir çocuk olduğunu fark edemeyip ‘yaramaz’ olarak nitelendiren aslında bir
nevi günümüz ebeveynlerini temsil eden ailesini mi? Ya da yazar Vasconcelos’un
bu romanının kendi çocukluğuna ait derin izler taşımasını mı?
Sanırım benden önce biri bu
soruları kendine sormuş olacak ki araştırmalarım sırasında MEB Müsteşarı Prof.
Dr. Necat Birinci’nin şöyle bir açıklamasına şahit oldum: “Gerek ilköğretim ve
gerekse ortaöğretim için belirlenen listelerdeki eserler ne sadece yazarları ne
de eserlerin kendileri esas alınarak belirlenmiştir. Her ikisi de göz önünde
tutulmuştur. Listeye yaşadığı dönemi temsil edebilecek şahsiyetler alınmış,
onların da dil, anlatım, içerik ve üslup yönünden dönemini ifade edebilecek en olgun
eserleri tercih edilmiştir. Bir de öğrenci seviyesi gözetilmiştir. Hem
ilköğretim hem de ortaöğretim öğrencileri için düzenlenen listeler Bakanlık
yetkililerince hazırlanmamıştır. Liselerin listesi, üniversitelerimizin,
alanında uzman öğretim üyelerinden, kültür adamlarımızdan, yazar ve
şairlerimizden, gazetecilerimizden oluşan bir heyetçe ayrı ayrı belirlenmiş, en
çok yer alan eserlerden yoğunluk sırasına göre liste oluşturulmuştur. İlköğretim
için hazırlanan listenin temeli de çocuk edebiyatı yazarlarının ve uzmanların
hazırladığı isimlere dayanır.”
Bu
açıklamadan sonra sizin kafanızda da şu soru belirdi mi: madem bu listeler Bakanlık
yetkililerince düzenlenmedi onca öğretim
üyesi, kültür adamı, yazar, şair, gazeteci çocuk edebiyatı yazarı ve uzman neyi
uygunsuz gördü? John Steinbeck’in kendisini Nobel Ödülü’ne götüren üslubunu
mu yoksa Jose Mauro De Vasconcelos’u son 20 yılda Türkiye’de en çok okunan
yabancı yazarlardan biri yapan karakter seçimlerini mi?
Ben
bu sorulara bir yanıt bulamadım. Bu duruma bir neden ararken tekrar tekrar göz
attığım bu eserlerde her defasında altı çizilecek birçok satır buldum ama
aksini bir türlü bulamadım. Etrafımdaki çocukların çoğunda –ki bu kitlenin bir
kısmı ne yazık ki benim de öğrencim- sadece afili kapaklarına aldanılmış,
içerik yoksunu onlarca kitap gördüm ama bir tane de ‘Ne okuyorsun?’ diyen bir
anne-baba göremedim. Bunu her seferinde bir şansızlık olarak nitelendirdim. Onları şansız saymamın sebebi imkânlarının
olmaması değildi aksine bu kadar imkâna rağmen onlara o kitapları uzatan
ellerin farkındalık sahibi olmamasıydı.
Ben
istedim ki bu yazı vesilesiyle kafamızdaki
çocuk kitabı algısı büyük puntolu, bol resimli, belli ebatlara sahip sayfalar
topluluğu olmaktan çıksın. Çocuklardan önce anne-babaların da okuyacağı,
göz atacağı ve çocuğuna ne kazandıracağını bileceği kitaplar olsun. Üzerinde
‘MEB tarafından onaylıdır’ yazısı aramak yerine sayfalarını karıştırarak fikir
edinebilme farkındalığını oluştursun. Zaten okuma oranı az olan ülkemizde
çocuklarımızın kitap seçimleri de belli kalıplara göre değil onların ilgilerine
ve evrensel kabullere göre şekillendirilsin. Çünkü John Lubbock’un da dediği
gibi “ Kitap seçimi, tıpkı arkadaş seçimi gibi ciddi bir iştir.
Yaptıklarımızdan nasıl sorumluysak, okuduklarımızdan da öyle sorumluyuz.”
Koza Dergisi\Eğitim
Koza Dergisi\Eğitim