4 Haziran 2013 Salı

Bizi Uygunsuz Bulmuşlar Sevgili Portugam



Lennie zeka kırıntılarını bir araya toplayıp George'un ağzını aradı:
—Ne bileyim… Beni sevdiğini sanıyordum!
—Seviyorum ya! Sevmesem burada ne işim var?
—Öyleyse anlat! Her zaman ki gibi…
—Ne anlatayım?
—Bizimle diğerlerinin arasındaki farkı?
George hazin bir sesle:
—Biz diğerlerine benzemeyiz… dedi. Bizim gibi adamların kimi kimsesi yoktur. Bir ayda kazandıklarını bir gece de yer bitirirler. Onlara sahip çıkacak, onları uyaracak ne bir arkadaşları ne de dostları vardır…
—Şimdi de bizi anlat George! Ya biz?
—Biz onlara benzemeyiz…
—Biz nasılız onu anlat!
Kısa boylu adam sustu.
Lennie ona yardım etmek için:
—Çünkü… dedi
George:
—Çünkü benim için sen, senin için de ben varım!
Lennie memnun bir sesle haykırdı:
—Biz başkalarına benzemeyiz! Biz birbirimizi düşünürüz!
Akşamın meltemi suları uyandırdı. Yapraklar hışırdadı. Adamların sesleri gittikçe yaklaştı.

                                                                  Fareler ve İnsanlar \ John STEINBECK

         Steinbeck bu satırları yazarken takvimler 1937’yi göstermekteydi. O zamanlar bitmez tükenmez bir inadı vardı. ‘ Ben büyük bir yazar olacağım ve sizlerde göreceksiniz!’ diyordu. Bu öngörüsünde pek yanılmamıştı. Ona beklediği şöhreti Fareler ve İnsanlar (Of Mice and Men) adlı eseri kazandırdı. Birbiri ardına sunduğu eserler 1962’de Nobel Ödülü’ne kadar götürdü onu. Çok değil bu ödülden 6 sene sonra kalemini bir daha eline almamak üzere bıraktı. Ardında kalan eserleri yıllar boyu okundu, beğenildi ve belki de vakti zamanında kendisinin adını bile duymadığı bir ülkenin ilköğretim kademesinde okutulması zorunlu olan 100 temel eser içerisine girdi. Bu kadarını tahmin eder miydi ya da bilse ne kadar mutlu olurdu bilemem ama bildiğim bir şey var ki yaklaşık 76 sene sonra bir adamın çıkıp yazdıklarını ‘öğrencilerin ahlaki gelişimi için uygunsuz’ bulduğunu duysa çok gücenirdi elbet. O da bir durup düşünür müydü acaba neyi uygunsuz buldular diye. Başına her gittiği yerde dert açmasına rağmen sırf duyduğu sevgi ve merhamet yüzünden arkadaşını bırakamayan George’u mu? İnsan oldukları gerçeği göz ardı edilen çiftlik çalışanlarını mı? Ya da koca cüssesinin aksine içindeki o saf çocuğu büyütememiş Lennie mi?

İçindeki o saf çocuk demişken bu ‘uygunsuz’luk akımından en büyük zararı gören Zeze’yi de es geçmemek lazım. Şeker Portakalı sizler gibi benim de çocukluk yıllarımda tanıştığım ve unutamadığım ender kitaplardan biridir. Onunla yıllar sonra tekrar bir araya gelişimiz bir dersimin vize sınavı içindi. O dönem içinde yaklaşık bir hafta kadar bana eşlik etti. Bu kitabı elimde görenler önce minik bir tebessümde bulunuyor daha sonra da yüksek ihtimal çocuklarla ilgili bir meslekle uğraştığımı düşünüyorlardı. Çünkü bu kitap hala bizim için bir çocuk romanıydı. Evet, belki de o dönem benim için de vize sınavında sorumlu olduğum herhangi bir çocuk kitap idi. Taa ki o beraber geçirdiğimiz 1 haftanın sonuna gelinceye kadar.

O zamanlar kitabı yeniden elime aldığımda fark ettim ki kitap hakkında hatırladığım tek şey minik Zeze ve ona hayat veren en az onun kadar minik şeker portakalı fidanıydı. Belki de bu yüzden büyük bir merakla ve dikkatle yeniden inceledim bu kitabı. Çünkü eğer bir dersin vize sınavında sorumlu tutuluyorsak öyle sıradan bir çocuk romanı olmamalıydı bu kitap. Ki tahminlerimi de boşa çıkarmadı.

Meğer bu kitapta gerçekten görmemiz gereken Zeze; ‘5 yaşında, kendi hayal dünyasında gezip dolaşan, bir de bir küçük şeker portakalı fidanına sahip olan herhangi bir çocuk’ diye tanımlanacak kadar sığ değil imiş. Meğer o 5 yaşındaki miniğin taşıması gereken kendi boyunda bir ayakkabı boyası kutusu, babasının işsizliği yüzünden okula hiçbir zaman götüremediği beslenme çantası, sadece yolun yarısına kadar kullanabildiği bir lastik pabucu ve Noel sabahları asla kapısının önünde göremediği hediyeleri varmış. Sırf çirkin diye hiçbir öğrencinin çiçek getirmediği öğretmenine her sabah komşu bahçeden çalıp getirdiği çiçekleri varmış. Dayak yeme pahasına sırf öğretmeninin yüzü gülsün diye çalınan çiçeklermiş onlar. Ailesinin onun anlayamayışı da cabasıymış. Aslında o kadar özel bir çocukmuş ki. Mesela; 5 yaşında olmasına ve kimsenin ona yardım etmemesine rağmen birden okumaya başlamış. Duyduğu her şarkıyı birkaç tekrarda ezberleyebilir, belki aile bireylerinin bile telaffuz edemeyeceği kelimeleri anlamlarını bilerek, doğru yerlerde kullanabilirmiş. Bulduğu bir nesneyi yaratıcılığı sayesinde ihtiyacı olan herhangi bir şeyin yerine kullanabilirmiş ve bunlar gibi birçoğu…

Bu kez aynı soruyu Vasconcelos adına sormak istiyorum; acaba bu kitapta neyi uygunsuz buldular? 5 yaşındaki bir çocuğun iç dünyasına göz atma şansını bize tanıdığı için Zeze’yi mi? Onun özel bir çocuk olduğunu fark edemeyip ‘yaramaz’ olarak nitelendiren aslında bir nevi günümüz ebeveynlerini temsil eden ailesini mi? Ya da yazar Vasconcelos’un bu romanının kendi çocukluğuna ait derin izler taşımasını mı?

Sanırım benden önce biri bu soruları kendine sormuş olacak ki araştırmalarım sırasında MEB Müsteşarı Prof. Dr. Necat Birinci’nin şöyle bir açıklamasına şahit oldum: “Gerek ilköğretim ve gerekse ortaöğretim için belirlenen listelerdeki eserler ne sadece yazarları ne de eserlerin kendileri esas alınarak belirlenmiştir. Her ikisi de göz önünde tutulmuştur. Listeye yaşadığı dönemi temsil edebilecek şahsiyetler alınmış, onların da dil, anlatım, içerik ve üslup yönünden dönemini ifade edebilecek en olgun eserleri tercih edilmiştir. Bir de öğrenci seviyesi gözetilmiştir. Hem ilköğretim hem de ortaöğretim öğrencileri için düzenlenen listeler Bakanlık yetkililerince hazırlanmamıştır. Liselerin listesi, üniversitelerimizin, alanında uzman öğretim üyelerinden, kültür adamlarımızdan, yazar ve şairlerimizden, gazetecilerimizden oluşan bir heyetçe ayrı ayrı belirlenmiş, en çok yer alan eserlerden yoğunluk sırasına göre liste oluşturulmuştur. İlköğretim için hazırlanan listenin temeli de çocuk edebiyatı yazarlarının ve uzmanların hazırladığı isimlere dayanır.”

         Bu açıklamadan sonra sizin kafanızda da şu soru belirdi mi: madem bu listeler Bakanlık yetkililerince düzenlenmedi onca öğretim üyesi, kültür adamı, yazar, şair, gazeteci çocuk edebiyatı yazarı ve uzman neyi uygunsuz gördü? John Steinbeck’in kendisini Nobel Ödülü’ne götüren üslubunu mu yoksa Jose Mauro De Vasconcelos’u son 20 yılda Türkiye’de en çok okunan yabancı yazarlardan biri yapan karakter seçimlerini mi?

         Ben bu sorulara bir yanıt bulamadım. Bu duruma bir neden ararken tekrar tekrar göz attığım bu eserlerde her defasında altı çizilecek birçok satır buldum ama aksini bir türlü bulamadım. Etrafımdaki çocukların çoğunda –ki bu kitlenin bir kısmı ne yazık ki benim de öğrencim- sadece afili kapaklarına aldanılmış, içerik yoksunu onlarca kitap gördüm ama bir tane de ‘Ne okuyorsun?’ diyen bir anne-baba göremedim. Bunu her seferinde bir şansızlık olarak nitelendirdim. Onları şansız saymamın sebebi imkânlarının olmaması değildi aksine bu kadar imkâna rağmen onlara o kitapları uzatan ellerin farkındalık sahibi olmamasıydı.


         Ben istedim ki bu yazı vesilesiyle kafamızdaki çocuk kitabı algısı büyük puntolu, bol resimli, belli ebatlara sahip sayfalar topluluğu olmaktan çıksın. Çocuklardan önce anne-babaların da okuyacağı, göz atacağı ve çocuğuna ne kazandıracağını bileceği kitaplar olsun. Üzerinde ‘MEB tarafından onaylıdır’ yazısı aramak yerine sayfalarını karıştırarak fikir edinebilme farkındalığını oluştursun. Zaten okuma oranı az olan ülkemizde çocuklarımızın kitap seçimleri de belli kalıplara göre değil onların ilgilerine ve evrensel kabullere göre şekillendirilsin. Çünkü John Lubbock’un da dediği gibi “ Kitap seçimi, tıpkı arkadaş seçimi gibi ciddi bir iştir. Yaptıklarımızdan nasıl sorumluysak, okuduklarımızdan da öyle sorumluyuz.”

Koza Dergisi\Eğitim