25 Kasım 2014 Salı

Mezardan Bir Sada: Beşir Fuad




            “Muharririn-i Osmaniye’den Beşir Fuad Bey, evvelki gece, Bab-ı Ali civarında Nallı Mescid mahallesinde vaki hanesinde facialı bir surette intihar etmiştir.”
                         (Tarık Gazetesi, 1887)

            İşte bu ölüm ilanından tam 35 yıl önce, 1852’de İstanbul’da dünyaya gelir Beşir Fuad. Babası Hurşit Paşa, Adana'da mutasarrıflık yapmakta o ise annesi Habibe Hanım ile İstanbul’da yaşamaktadır. İlk çocukluk çağını varlıklı bir ailenin imkânları sayesinde iyi bir şekilde geçirir ve eğitimine Fatih Rüştiyesi’nde başlar. Ancak bu dönemde babasının Suriye’de görevlendirilmesi üzerine ailesi ile birlikte İstanbul’u terk eder ve yarım kalan eğitimini Cizvit Mektebi’nde tamamlar. Askeri İdadî'ye başlaması ile İstanbul’a geri döner ve buradan mezun olmasının hemen ardından da Mekteb-i Harbiye'ye girer. 1873 yılında Mekteb-i Harbiye’yi bitirince yaver olarak Abdülaziz'in sarayında görev yapmaya başlar. Yaverliği sırasında Osmanlı-Sırp savaşlarında, yaverliğinin sona ermesinden sonra da Osmanlı-Rus savaşları ile Girit İsyanı’nın bastırılmasında gönüllü olarak yer alır. Ardından beş yıl boyunca Girit’te kalır ve bu süre zarfında Almanca ve İngilizce öğrenir. 1881’de kolağası rütbesi ile İstanbul’a kesin dönüş yapar. Birkaç yıl daha askerlik sahasında çalışmayı sürdürür.
            Takvimler 1883’ü gösterdiğinde ise Beşir Fuad kalemini, kâğıdını eline alır ve belki de kendisinin bile tahmin etmediği bir yazı hayatının ilk satırlarını karalamaya başlar. Bu karalamalar, dönemin Enver-i Zekâ adlı dergisindeki çeviriler ve de aynı zamanda felsefe ve fizyolojiye ilişkin yazdığı makaleler olarak karşımıza çıkar. Yazı işlerini yoğunlaştıran Fuad, 1884 yılında iki dergi çıkarır. Bunların ilki karışık bir kadroyla kurulan ve daha dördüncü sayısında yazarlar arasındaki görüş farkları yüzünden kapanan Hâver, diğeri ise daha uyumlu bir kadro ile fen ağırlıklı olarak yayımlanan Güneş'tir. Ancak bu da on ikinci sayısında maddi sorunlar yüzünden kapatılacaktır.
            Beşir Fuad’ın Güneş ile adını duyurmaya başladığı günlerde Ahmet Mithat da Tercüman-ı Hakikat’te yazmaktadır. Her zaman genç kalemleri destekleme taraftarı bir yazar olduğu için makaleleri yakından takip eder. İncelediği makalelerde diline, bilgisine ve değindiği konulara hayran kaldığı yazıların altında hep aynı imzayı görmektedir; Beşir Fuad. Bu gencin başarısını görmezden gelemez ve elinden geldiğince kendi yazıları vesilesiyle de destek olmaya çalışır. Daha da yakından takip etmeye başlar ve onunla tanışma arzusunu bildirir çevresindekilere.
            Ahmet Mithat’ın bu arzusu Tercüman-ı Hakikat’ın çalışma odasında oturduğu bir günde gerçekleşir. Yazdıklarından ötürü bir tıp öğrencisi, isminden ötürü de bir Arap delikanlısı olduğunu düşündüğü Beşir Fuad, gayet yakışıklı bir asker olarak belirir kapısında.  Küçük bir tanışma faslından sonra koyu bir sohbete girişir ikili. Edebiyat, bilim, siyaset ve dünya görüşleri etrafında şekillenen bu ilk sohbet Ahmet Mithat ile Beşir Fuad’ın dostluklarının temellerinin atıldığı gün olur aynı zamanda.
            Birbirini takip eden günlerde yazı işlerini daha da yoğunlaştıran Beşir Fuad askerliği bırakma isteğini açar Ahmet Mithat’a. Dostunun iyi bir asker olduğunu ve devletin böyle bir askere her daim ihtiyacı olduğunu düşünmesine rağmen Mithat onu desteklemez ancak Fuad’ın fikrini de değiştiremez. Böylece 1884 yılında istifasını teslim eder Beşir Fuad. Hemen ardından Ceride-i Havadis gazetesinin başyazarı olur. Ancak gazete bir buçuk ay sonra bir ihbar yüzünden kapatılır. Bunun üzerine Beşir Fuad da dönemin önde gelen gazetelerinden olan Tercüman-ı Hakikat ve Saadet'te yazmayı sürdürür.
            Bu geçen süre zarfında Fuad’ın heybesinde biriktirdikleri artık ortaya çıkmaya başlar. Hem Girit günleri hem de çeviri eserleri sayesinde fazlaca alakadar olduğu batı edebiyatı onu daha da kendine çeker. Bu çekim Fuad’ın, dönemin sanat ve fikir akımları ile etkileşim içine girmesine sebep olur. Pozitif bilimlere önem veriyor olması aynı zamanda da döneminin yazar ve şairlerini fazla hayalperest bulması onu materyalizme yaklaştıran en önemli iki neden olur. Bu konuda dostu Mithat ile ciddi anlamda görüş ayrılıkları yaşarlar. Ancak Fuad fikirlerinde ısrarcıdır. Çünkü onun asıl meselesi; hayal ve mübalağadan başka bir şey olmadığını düşündüğü divan şiiri ve bu tarzda şiir yazmaya çalışan şairlerledir. Bu uğurda 1885 yılında yazdığı Victor Hugo adlı eseri Türk edebiyatının ilk eleştirel biyografisi olarak anılır. Hemen ardından 1886 yılında kaleme aldığı Voltaire adlı biyografi de tartışmaların büyümesine ve böylece Muallim Naci ve Fazlı Necip ile hararetli mektuplaşmaların başlamasına neden olur. Bu mektuplaşmalar daha sonra İntikad (Muallim Naci ile olan mektuplaşmaları) ve Mektûbât (Fazlı Necip ile olan mektuplaşmaları) adlı eserlerde toparlanarak yayınlanacaktır.

“          Mezardan bir sada!
            Ey Hâkim!
            Ber-hayat iken pek çok lütuf ve iltifatınızı görmüştüm; hissiyat-ı minnettaranemi son nefesime kadar muhafaza eylediğimi isbat etmek için kalemimden çıkan son satırları size hitaben yazıyorum.
            Şu mektubu aldığınız vakit, elbette intihar ettiğimi de haber almış olacaksınız. (…) İntihar niyeti bende iki seneyi mütecaviz oluyor ki, mevcuttur. (…) “

            Beşir Fuad bu satırlar ile başlar, intiharından önce Ahmet Mithat’a hitaben yazdığı mektuba. Ardından çıkabilecek yalan yanlış haberleri engellemek adına, işin aslını dostu için kaleme alır. Mektubun sonuna ‘Sebeb-i İntiharım’ diye bir ek iliştirmeyi de ihmal etmez. Çünkü bu intihar onun için bir buhranın neticesi değil benimsediği fikirleriyle hayatının son verme törenidir.
            İntiharının nedenlerini anlatmaya şu cümleyle başlar Beşir Fuad: “Validem tecennüm etmişti.”(Arapça kökenli bir sözcük olan tecennüm, delirme anlamına gelir.) Bu durum onu ilk anda pek sarsmaz, annesini tedavi ettirmek için elinden geleni yapar. Ancak annesinin intihara ve şiddete meyilli tavırları evde kalmasına engeldir. Aynı zamanda annesinin ölümü halinde Fuad’a yüklü bir servet kalacaktır. Bu durum çevresi tarafından da bilinir. Servete sahip olmak için annesinin ölümüne izin verdiği gibi bir şüpheye yer vermemek için onu Darü’ş-Şifa’ya yatırır. Vermek zorunda kaldığı bu karar ve bununla birlikte annesine ait davalarla uğraşmak da Beşir Fuad’ın ruh sağlığını tamamıyla bozar. Doktoru yardımına koşar. Ona hayli ilginç tedavi yöntemleri sunar. Beşir Fuad’a beynine sülük yapıştırmasını ve kendini eğlence hayatına vererek kötü düşünceyi aklından defetmeye çalışmasını tavsiye eder. Fuad da bir taraftan sülükleri beynine yapıştırır, diğer taraftan da sefahate başlar. İstanbul’un gece hayatına da tedavi amaçlı bir giriş yapar. Derken bu sefahat hayatında karşısına çıkan çaresiz bir kadını ona yardım etmek maksadıyla kendisine metres olarak tutar ve on sekiz aylık bir beraberlikten sonra ilişkisini bitirir. Bu ayrılığın ardından bir başka aşk daha yaşar Beşir Fuad. Bu kez beklenmedik şekilde baba olacağı haberini alır ve bir süre sonra da kızı dünyaya gelir. Fakat Fuad evlidir, iki de oğlu vardır. Artık iki ev arasında gidip gelen bir hayat başlar Fuad için. Ancak durum öyle bir hal alır ki ne karısını ne de metresini memnun edebilmektedir. Bu içinden çıkılmaz durum neticesinde melankoliye saplanmak yerine kendince daha akılcı bir çözüm bulur Fuad; intihar edecektir. Oturur hesap yapar. Ve bu hesaplama sürecini de şöyle dile getirir ‘Sebeb-i İntiharım’ın son satırlarında:

            “Binaenaleyh daha bir senelik yaşayabildiğim müddetçe böyle yaşarım ve mümkün olmadığı anda intihar eldedir dedim. Ve böyle bir neticenin muhakkak olması, beni asla eğlencemden menetmedi. Âdeta bu fikri, yaz gelirse Kâğıthane’ye gideceğim gibi telakki ettim.
            Servetimin hepsini telef ettim. Bin beş yüz lira kıymetinde akar olarak malım var. Bunu dörde taksim ettim. Birini zevceme, ikisini iki oğluma ve dördüncüsünü metresimden olan kızıma terk ettim. Bu parayı ben bir, nihayet iki senede bitirebilirdim. Sonra çocuklarım açıkta kalacaktı. (…) Bundan başka iki tarafın da ağlaması beni bizar etti. İntihar vasıtasıyla kendimi bu halden kurtardım. İşte telef-i nefs  etmekliğim bundan neş’et etti.”

            Artık Fuad, planladığı sürenin finaline gelmiştir. O güne de bir önceki günün aynısı olarak başlar. Tercümanı Hakikat’te geçirir gününün tamamını. İlerleyen günlerde yayınlanacak olan yazılarını tamamlar, sonra Ahmet Mithat için hazırladığı mektubunu ona bir gün sonra ulaştırması için arabacısına teslim eder. Ardından evine gider ve odasına çekilir. Birkaç gün evvel tedarik ettiği kokaini, kalemini ve kâğıdını masasının üzerine yerleştirir. Son iş olarak da intiharından sonra gelecek görevli için bir mektup kaleme alır.

            “Canib-i zabıtadan gelecek tahkik memuruna!
            Size anlatmaya mecbur olmadığım bazı esbabdan dolayı, terk-i hayata mecburiyet gördüm. Kendi kendimi öldürdüm. Benim yazım ve imzam, âlem-i matbuatta bulunan muharirlerce malumdur. Binaenaleyh beyhude işgüzarlık edeceğim diye, zaten matem içinde bulunan familyam azası hakkında, bilüzum tahkikata girişip de onları iz’ac etmeyiniz. Şu itirafnamem intiharın vukuunu müsbittir. Sizin vazifeniz bu kağıdı alıp bir jurnalle makamına takdim etmekten ibarettir.
            Vücudumu teşrih olunmak üzere Mekteb-i Tıbbiye’ye teberruan bahşettim. Cenaze oraya nakil olunmalıdır.”
           
            Evet, artık hazırdır Beşir Fuad. Tıpkı Ahmet Mithat’a yazdığı mektuptaki bu satırlar gibi tatbik eder intiharını.

            “ İntiharımı da fenne tatbik edeceğim; şiyarladan birinin geçtiği mahalde cildin altına ‘klorit kokain’ şırınga edip buranın hissini ibtal ettikten sonra orasını yarıp şiryanı keserek seyelan-ı dem tevlidiyle terk-i hayat edeceğim.
            Kan akmakta iken her zaman şiryanı sıkıca tutarak vesair tedbire müracaat ederek muhafaza-i hayat mümkün olduğu halde azmimden nükûl etmeyeceğim!”

            . O kadar soğukkanlıdır ki bu esnada odasının kapısına gelen baldızını yazı yazdığı bahanesi ile gerisin geriye gönderir. Ve ardında da kalemi son kez gider kâğıdına.

            “Ameliyatımı icra ettim, hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım aşağıya indi. Yazı yazıyorum kapıyı kapadım diyerek geriye savdım. Bereket versin içeri girmedi. Bundan tatlı ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı…”

            Aslında tüm bunlara bakıldığı zaman Beşir Fuad'ın intiharında, sanıldığı gibi materyalist düşüncenin doğurduğu kaçınılmaz bir son ya da bir tür sürüklenme değil de, tam tersine kendi dünya görüşünden kaynaklanan bir seçme özgürlüğü yani yaşamı ya da ölümü seçme özgürlüğü söz konusudur.
*          *          *

Yararlanılan Kaynaklar:
Ahmet Mithat Efendi, Beşir Fuad (Oğlak Yayınları, 1996)
Beşir Fuad, Şiir ve Hakikat (YKY Yayınları, 1999)

Orhan Okay, Beşir Fuad: İlk Türk Pozitivist ve Natüralisti (Dergâh Yayınları, 2008)

13 Ekim 2014 Pazartesi

Edebiyata Karışan Suç : Polisiye

            Sene 1841. Belki de soğuk bir kış günüydü. Elindeki kalemi masasına bırakıp, iskemlesine yaslandı Edgar Allan Poe. Önüne dağılmış bir tomar yaprağı toparladı. Bu tomarın en üstüne denk gelen sayfaya ise okunaklı bir şekilde şunu yazdı; Morgue Sokağı Cinayeti. Kim bilir, belki de böyle yaratıldı yıllarca sürecek, rağbet görecek hatta tartışılacak bir türün ilk örneği.

            Bilindiği üzere Edgar Allan Poe, dünya edebiyatında modern polisiye romanın kurucusu olarak kabul görmektedir. Bu unvana polisiye roman türünün ilk örneğini vermesi ve estetik kriterleri göz ardı etmeden yazması sayesinde sahip olmuştur. Onun başlattığı bu akım Emile Gaboriau, Arthur Conan Doyle, Maurice Leblanc ya da Agatha Chistie gibi isimlerle güçlenerek devam etmiştir. Poe’nun Dupin’i, Doyle’nun Sherlock Holmes’ü ve Agatha’nın Poirot’u bize polisiyeyi kabaca şöyle tanımlamıştır;  “ Genellikle bir cinayet, zaman zaman da hırsızlık, adam kaçırma ya da mafyayla mücadele gibi konular üzerine kurgulanan bu roman türü cinayet(suç), cinayeti işleyen(katil) ve cinayeti çözmeye çalışan dedektif (polis)’ olmak üzere üç bölümden oluşur.” Başından sonuna kadar merak duygusunu zirvede tuttuğu için de okuyucular tarafından çok sevilmiş ve her dönemde rağbet görmüştür.

            Dünya edebiyatını bu denli etkileyen türün edebiyatımızla tanışması ise diğer türlere nazaran daha kısa sürede olmuştur. İlk roman örnekleri verilmeye başlandığı andan itibaren polisiye romanlar da yazılmaya başlanmıştır. Polisiye romana ilgi, ilkin çeviri romanlar aracılığıyla karşılanmaya çalışılmıştır. Bu sebeple polisiye roman ile ilk tanışma 1881 yılında Ahmet Münif tarafından çevrilen Paris Faciaları adlı kitapla olmuştur. Aralarında Ahmet Mithat, Hüseyin Rahmi, Ahmet Rasim gibi önemli yazarların da bulunduğu bu çevirmen grup 1900’lü yıllara kadar yüzlerce polisiye çevirisi yapmıştır.

            Edebiyatımızın ilk yerli polisiye romanı ise bu çevirmen grubunun önemli isimlerinden biri olan Ahmet Mithat’ın kaleminden çıkmıştır. 1883 yılında Tercümân-ı Hakikat’te tefrika olan ve 1884 yılında yayımlanan Esrâr-ı Cinayât, ilk polisiye romanımızdır. Fazlı Necip, Peyami Safa, Kemal Tahir, Arif Yesari gibi isimlerle güçlenen bu girişim sonucu 1950 sonrasında popüler polisiye romanlar artık bugün bile erişilmesi güç satış rakamlarına ulaşmışlardır. Bugüne bakıldığında ise bu türün başını Ahmet Ümit, Osman Aysu, Celil Oker, Pınar Kür, Emrah Serbes gibi isimler çekmektedir.

Dünya Edebiyat Tarihini Değiştirdi

            Evet, tam da böyle demişti Poe’nun biyografi yazarı Jeffrey Meyers bu çıkışın önemini vurgularken; "Poe, dünya edebiyat tarihini değiştirdi”. Peki, hem fikir miydik? İşte ben de bunu merak ettim ve bu yazıyı oluşturmadan önce yaptığım ön hazırlığın yanı sıra küçük çaplı bir nabız yoklamasında da bulundum. Etrafımdaki insanlara yöneldim. Eşe dosta, yanımda yöremde kimi yakaladıysam ona belli başlı sorular sordum.

            “Ne tür romanlar okumayı seversin?” sorusuna verilen cevaplarda polisiye roman sıralamanın sonlarına atıldı, biraz zorlayınca esasında gerçekten okumaktan zevk alındığı itiraf edildi. “Polisiye deyince aklına gelen yazar ya da yazarlar kimdir?” sorusuna tahmin edileceği üzerine genelde Agatha Chistie cevabı verildi. Bazı cevaplara Arthur Conan Doyle de eklendi. “ Ya bizim edebiyatımızdan örnek vermek gerekirse?” diye soru genişletildiği zaman Ahmet Ümit şüphesiz zirvenin sahibi oldu ve son dönem dizi\film furyasının katkısı sayesinde Emrah Serbes de cevapların sonuna eklendi. Benim için sıra en kritik soruya gelmişti; “Peki, sence polisiye roman edebi bir eser midir? Estetik kaygı taşır mı? Yoksa popüleritenin bir ürünü müdür?”. Bu soru karşısında gösterilen tepkiler ise aslında şimdiye kadar okurun duruma pek bu açıdan bakmadığını ortaya koyuyordu. Kararsızlıklar ve sonunda gelgit yaşayan cevaplar bana tahmin ettiğim tabloyu sunmuştu; bilmiyorduk. Ne kendisini ne de dünden bugüne gelişini.

            Polisiye romanlar, ilk örneklerinin verildiği günden bugüne kadar okurun ilgisini çekme konusunda artan bir grafik izlemesine rağmen edebi tür olarak kendini kabul ettirmede neredeyse 170 yıllık tarihi geçmişine rağmen hâlâ güçlük çekmekte, üvey evlat muamelesine maruz kalmaktadır. Kimileri için “hoşça vakit geçirme, oyalanma aracı” olarak görülürken kimileri için ise insanı günlük sıkıntılardan uzaklaştıran bir “kaçış” yolu olarak değerlendirilir ve bu yüzden “edebiyat dışı” sayılır. Bu olumsuz eleştirilerin karşısında iyi bir polisiyenin iyi bir edebiyat örneği olduğunu ya da anlatımı içinde başvurduğu psikolojik, sosyolojik ve ekonomik çözümlemeler sayesinde sıradanlıktan kurtulduğunu savunanlar da bulunmaktadır.

            Esrâr-ı Cinayât’ dan bugüne gelinceye kadar polisiye roman hem kurgu hem konu hem de estetik kaygı konusunda kendini geliştirmiştir. Muhteşem bir kurgu içermesine rağmen estetik kaygı taşımayan Peyami Safa’nın kaleme aldığı Cingöz Recai’den, fantastik bir polisiye olarak kurgulanmış ve klişenin dışına çıkmış ama estetik kaygıdan da ödün vermemiş Murathan Mungan’ın imzasını taşıyan Şairin Romanı gibi bir örneğe gelinmiştir.  Mesela; Ahmet Ümit de İstanbul Hatırası romanında iyi bir polisiye kurguya sahip anlatımının içerisine biri gerçek ve güncel, diğeri tarihsel olan iç içe girmiş iki farklı kurguyu ustalıkla serpiştirmiştir. İşte bu tip örnekler son dönem Türk romanında polisiye roman türünün geçirdiği değişimi göstermesi bakımından önemlidir.

            Bir polisiye roman severi olarak bu gibi gelişmelerin polisiye roman tarihi açısından es geçilmemesi gerektiğini düşünmekteyim. Ben de birçok yazarımız gibi bugüne kadar yapılan olumsuz eleştirilerin kaynağında ‘bir polisiyenin güçlü bir entelektüel faaliyet içinde yazılabileceğinin kabul edilmemesi’ nin etkili olduğunu savunmaktayım. Bu durum okur kitlesinin niteliği ile de ilişkilidir. Mevcut okur kitlesinin büyük bir kısmı ne yazık ki romanları ‘yaşama dair kurtarıcı formüller’ veren nesneler olarak görmektedir. Hâlbuki roman formül vermez, yaşama dair sorular sorar, yaşamın sorgulanmasını sağlar. Bu acıdan bakıldığı zaman günümüz polisiye roman örnekleri toplumsal, psikolojik, ekonomik sorunlara eğilerek toplumsal romanın yerini almaya başlamıştır bile.

Ezcümle…

            Evet, sevgili okur, ben isterim ki bu yazı sayesinde kitaplığına bir daha bak, bugüne kadar okuduğun polisiye romanları gözden geçir, yukarıda sorulan soruları bir de sen cevapla. Tatmin olmadın mı? Hala polisiye üvey evlat mı diyorsan? O zaman bir Erol Üyepazarcı, bir Seval Şahin yazısı oku. Yok, bir tane de örnek eser isterim diyorsan Ahmet Ümit’in “ Polisiye iyi edebiyat değildir diyenlere açıkça tavır alıp saldırmıştım o kitapla.” dediği Sis ve Gece ‘yi edin en kısa sürede. Sonra al eline bir bardak çay bir daha gözden geçir benim naçizane satırlarımı. Hatta eksik bul, yanlışı söyle, suyu bulandır. Ama yeter ki oku.


Yalnızlar Mektebi \ Sayı:5 \ Kasım-Aralık 2013