Ben
küçükken sıra sıra menekşelerimiz vardı balkonda, pencere kenarlarında. Onları
aşk merdivenleri takip ederdi evin en uç köşelerinde. Boyumuzca uzanan aşk
merdivenleri… Her gün aynı sakinlikle sulardı annem onları. Sanki inancının
gereği bir ibadeti yerine getirmiş gibi huzurlu bir tebessüm yerleşirdi yüzüne.
Tek tek yapraklarını okşar, hallerini hatırlarını sorar, günlük dedikoduları anlatırdı
sessizce. Ben ilk onda gördüm başka bir familyayla kurulan o enteresan bağı.
Anlardı onu çiçekleri. Hiçbirinin diğerinden farkı olmamasına rağmen hepsinin
ayrı birer adı vardı. Sanki bilirlerdi kendi adlarını.
Yıllar
sonra bu bağı ben de kurmaya çalıştım. Bir fesleğen edindim kendime. Aslında
bir fesleğen hediye edildi bana. 'Züleyha' koyduk adını. İlk toprağını değiştirdik,
can suyunu verdik sonra. Küçücük dairemin bana göre en güzel olan köşesine
yerleştirdim onu. Konuştum, su verdim, dertleştim, dökülen yapraklarını
temizledim. Ama olmadı. Her seferinde büktü boynunu, soldurdum Züleyha’yı.
Vazgeçtim sonra.
Günlerden bir gün tüm domestikliğimle evimi temizliyorum yine köşe bucak. Ne çekmece kalmış açılmayan ne de bir santim yer kalmış silinmeyen. Gelmiş sıra rafların tozunu almaya. Ben kitaplığa bakıyorum uzun uzun kitaplık da bana. İndiriyorum tek tek kitapları. Sonra siliyorum rafları birer birer. Derken sıra geliyor yeniden yerleştirmeye indirilen kitapları. Dedim ya domestikliğim üzerimde diye, başlıyorum bu kez her bir kitabı köşe bucak elden geçirmeye. Sonra bir not geçiyor elime, sayfanın köşesine atılmış bir tarih ya da altı çizilmiş satırlar. Konuşmaya başlıyor benimle. Bırakıyorum bezi falan. Bağdaş kuruyorum yere. O ana gidiyorum. Neden çizilmiş o satır o anımsanıyor hemen. Ya da ‘Ne özelliği vardı bugünün yahu?’ diye hafıza zorlanıyor. Sonra huzur dolu bir tebessüm. Derken hemen karşımda duran aynadaki aksim ile göz göze geliyorum. Bu tebessüm? Evet, annemin tebessümü bu! Yıllar önce menekşelerini sularken kıvrıldığı gibi kıvrılıyor benim de dudaklarım. Aynı huzurlu bakış. Aynı muzip gülümseme.
Günlerden bir gün tüm domestikliğimle evimi temizliyorum yine köşe bucak. Ne çekmece kalmış açılmayan ne de bir santim yer kalmış silinmeyen. Gelmiş sıra rafların tozunu almaya. Ben kitaplığa bakıyorum uzun uzun kitaplık da bana. İndiriyorum tek tek kitapları. Sonra siliyorum rafları birer birer. Derken sıra geliyor yeniden yerleştirmeye indirilen kitapları. Dedim ya domestikliğim üzerimde diye, başlıyorum bu kez her bir kitabı köşe bucak elden geçirmeye. Sonra bir not geçiyor elime, sayfanın köşesine atılmış bir tarih ya da altı çizilmiş satırlar. Konuşmaya başlıyor benimle. Bırakıyorum bezi falan. Bağdaş kuruyorum yere. O ana gidiyorum. Neden çizilmiş o satır o anımsanıyor hemen. Ya da ‘Ne özelliği vardı bugünün yahu?’ diye hafıza zorlanıyor. Sonra huzur dolu bir tebessüm. Derken hemen karşımda duran aynadaki aksim ile göz göze geliyorum. Bu tebessüm? Evet, annemin tebessümü bu! Yıllar önce menekşelerini sularken kıvrıldığı gibi kıvrılıyor benim de dudaklarım. Aynı huzurlu bakış. Aynı muzip gülümseme.
Züleyha
ile geçirilen birkaç başarısız girişimden sonra kitaplarla mutluluğu
yakalıyorum. Enteresan bir bağ oluşuyor zamanla aramızda. Kimi günü geliyor
ders veriyor bana, kimi en sıkıcı zamanlarımda fantastik bir serüvene davet
ediyor beni, kimi hiç tanımadığım birini tanıtıyor en duru haliyle, kimi
gözyaşlarımı da katık ediyor okuduğum satırlara. Ve hepsinde aynı hüzünle
çevriliyor son sayfa. Kapatılıyor kapak. Yine o huzur dolu tebessüm dudaklarda.
İnsan
zamanla öğreniyor hayatına dahil ettiği her parçanın aslında bir dili olduğunu,
ara ara onlarla konuştuğunu, fark etmeden duygusal bir bağ kurduğunu. Ben de
aslında onları seçmediğimi onların beni durdukları raflardan usul usul
kendilerine çektiklerini zamanla öğrendim. İşte böyle bir çekimin sonucu olarak
son sohbet arkadaşım ‘Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ oldu. Hani az önce bahsettim
ya her parçanın kendine ait bir dili, duygusu var diye işte ben bu gerçeği bir
kez daha yaşadım bu kitap ile. Kitap piyasaya çıkalı çok uzun zaman oldu. Tabii
ben de çıktığı gibi alanlardan biri oldum. Ama aylarca beklettim kitaplığımda.
Okul kitaplarımı sıkıştırdım araya, staj dosyalarımı, birkaç akademik kitabı,
sonra bir de bir inceleme okuyayım derken zaman oldu bu zaman. Şöyle her işi
halledip ayaklarımı uzattığım zaman sanki göz kırptı bana kitaplığımın
rafından. Aldım elime başladım okumaya. İlk birkaç sayfayı devirdikten sonra
anladım, farkında olmadan ama büyük bir iştahla neden bir kenara sakladığımı.
Meğer benim bu günlerimin ilacı buradaymış. İçimdeki kadınları buldum o
satırlarda tabii bir de içine düştüğüm labirentin çıkış yolunu.
Adetimdir bir kitabı bitirdikten sonra rastgele bir sayfa açar ve gözüme çarpan ilk
satırı okurum. Benim için o göze çarpan satır kitaptan payıma düşen cümledir. Bu
kitapta da adeti bozmadım. Rastgele bir sayfa açtım ihtiyaca binaen ve bana şu
satırları hediye etti Düğümlere Üfleyen Kadınlar; ‘Sana söyledim. Yazı yazanlar
yalnız kalır. Dikkat et. Denizin ortasında bir başına kalırsın.’.