21 Eylül 2013 Cumartesi

Bir Ankara Yazısı




    Bilmem hatırlar mısınız Kemal Sunal’ın son filmi olan Propaganda’da bir kara tren sahnesi vardı. Bir vagonda yan yana dizilmiş üç köylü hep bir ağızdan şöyle diyorlardı; ‘Ankara Ankara güzel Ankara \ Seni görmek ister her bahtı kara.’
            Nedendir bilinmez Ankara denince benim zihnimin kamerası hep bu sahneye çevrilir. Önce Kemal Sunal belirir o üç köylü adamla sonra da Behzat baş komiser ile tespihi girer kadraja bir anda. Ardından fonda yükselen şarkı tabii ki de Pilli Bebek’ten ‘…  Solmuş insanların yüzünde gülümseme beklerken tren yolları boyu düşündüm.’’
            Evet, hücrelerime kadar işleyen mesleki alışkanlığım sayesinde yazının dikkat çekme kısmını başarıyla atlattığıma göre artık sizi güdüleyebilirim. Bu bir Ankara yazısıdır dostlar. Bu gidilecek istikamet belli iken beklenmedik bir anda dönülen sapağın yazısıdır. Bu yazısında yazar size kendi başkentinin kapılarını hafifçe aralayacaktır. Ve bu yazının sonunda her okur gökten kendi payına düşen elmayı usulca cebine atacaktır.
            Çok değil bundan yaklaşık bir sene önce benim de en ince ayrıntısına kadar planlanmış bir zorunlu istikametim vardı kendimce. Mezun olacaktım, kep atacaktım, sınavdan alnımın akıyla çıkıp tüm idealistliğim ile ders başı yapacaktım, sonra huzur ile başımı omzuna yaslayıp yarım kalan kitaplarımı okuyacak, ilk O’nun okuyacağı yazılar yazacaktım. Ama işte ben bu istikametin son dönemecinde direksiyonu beklenmedik bir şekilde Ankara’ya kırdım. Kim bilir belki de kırmak zorunda kaldım.
            Şimdi bir sınıf dolusu öğrenciye değil bir kitaplık dolusu test kitabına ‘günaydın’ diyorum her sabah. Günün ilk ışıklarıyla fırlıyorum yataktan, çıkıyorum evden. Uzun uzun yürüyorum sabahın o tatlı meltemi yüzümü yalarken. Tanımadığım sokaklardan, bilmediğim evlerin önünden, ilk kez şahit olduğum hayatların kıyısından geçiyorum. Yeni bir ev sahibim, hiç tanımadığım komşularım ve bahçemden ayrılmayan yüzsüz sokak kedilerim var artık. Bir de umudum var. Birazcık hırsım, bir tutam da kırgınlığım…
            Bir süredir odama pek uğramayan ilham perime inat başucu kitaplarım da var onlarca. O’nun omzunda değil belki ama iki büklüm yatağımın bir köşesinde okuduğum onlarca kitap. Yeni kitapçılarım, güler yüzlü bir bakkal amcam ve bir de ara ara yolunu tuttuğum bir sahaf\kafem.
            Evet, bu ara bir sahaf\kafeye alıştırdım ayaklarımı. Kızılay’ın merkezinde bir apartmanın ara katında, küçük, duvarları boydan boya raflarla dolu, insanı kendine bağlayan bir yer. Kendisini kitapçı arşınlarken kapısında asılı olan ‘ikinci el kitap alınır\satılır’ yazısı sayesinde keşfettim, çok sevdim, müdavini oldum çıktım. Ben de bu gibi keşiflerim yüzünden her gittiği şehirde önce kitapçıların adreslerini öğrenen biri oldum çıktım ya zaten. Görseniz çok severseniz, saatlerce oturmak istersiniz, kitaplara göz atarken zamanın nasıl geçtiğini fark bile edemezsiniz, belki de benim gibi cadde manzaralı masalarından birine oturur bir de demli bir çay söyler yazar yazar silersiniz.
            İşte kapının aralığından gördüğü kadarıyla benim başkentim bu ara dönüşüm içerisinde. Sükûnet içinde geçirdiği nefeslenme sürecini telafi etmeye hazırlanıyor. Başaracak gibi görünüyor. Ben ümit varım. Görmek, şahit olmak, yoldaş olmak, e biraz da destek olmak isterseniz sık sık yazılarımı ziyaret edin derim. Ziyaretlerinizi hayata geçirmek isterseniz de her yere bir otobüse atlayıp gelme mesafesindeyim dostlar, beklerim. 

2 Eylül 2013 Pazartesi

İhtiyaca Binaen

         Ben küçükken sıra sıra menekşelerimiz vardı balkonda, pencere kenarlarında. Onları aşk merdivenleri takip ederdi evin en uç köşelerinde. Boyumuzca uzanan aşk merdivenleri… Her gün aynı sakinlikle sulardı annem onları. Sanki inancının gereği bir ibadeti yerine getirmiş gibi huzurlu bir tebessüm yerleşirdi yüzüne. Tek tek yapraklarını okşar, hallerini hatırlarını sorar, günlük dedikoduları anlatırdı sessizce. Ben ilk onda gördüm başka bir familyayla kurulan o enteresan bağı. Anlardı onu çiçekleri. Hiçbirinin diğerinden farkı olmamasına rağmen hepsinin ayrı birer adı vardı. Sanki bilirlerdi kendi adlarını.
         Yıllar sonra bu bağı ben de kurmaya çalıştım. Bir fesleğen edindim kendime. Aslında bir fesleğen hediye edildi bana. 'Züleyha' koyduk adını. İlk toprağını değiştirdik, can suyunu verdik sonra. Küçücük dairemin bana göre en güzel olan köşesine yerleştirdim onu. Konuştum, su verdim, dertleştim, dökülen yapraklarını temizledim. Ama olmadı. Her seferinde büktü boynunu, soldurdum Züleyha’yı. Vazgeçtim sonra.       
        Günlerden bir gün tüm domestikliğimle evimi temizliyorum yine köşe bucak. Ne çekmece kalmış açılmayan ne de bir santim yer kalmış silinmeyen. Gelmiş sıra rafların tozunu almaya. Ben kitaplığa bakıyorum uzun uzun kitaplık da bana. İndiriyorum tek tek kitapları. Sonra siliyorum rafları birer birer. Derken sıra geliyor yeniden yerleştirmeye indirilen kitapları. Dedim ya domestikliğim üzerimde diye, başlıyorum bu kez her bir kitabı köşe bucak elden geçirmeye. Sonra bir not geçiyor elime, sayfanın köşesine atılmış bir tarih ya da altı çizilmiş satırlar. Konuşmaya başlıyor benimle. Bırakıyorum bezi falan. Bağdaş kuruyorum yere. O ana gidiyorum. Neden çizilmiş o satır o anımsanıyor hemen. Ya da ‘Ne özelliği vardı bugünün yahu?’ diye hafıza zorlanıyor. Sonra huzur dolu bir tebessüm. Derken hemen karşımda duran aynadaki aksim ile göz göze geliyorum. Bu tebessüm? Evet, annemin tebessümü bu! Yıllar önce menekşelerini sularken kıvrıldığı gibi kıvrılıyor benim de dudaklarım. Aynı huzurlu bakış. Aynı muzip gülümseme.
         Züleyha ile geçirilen birkaç başarısız girişimden sonra kitaplarla mutluluğu yakalıyorum. Enteresan bir bağ oluşuyor zamanla aramızda. Kimi günü geliyor ders veriyor bana, kimi en sıkıcı zamanlarımda fantastik bir serüvene davet ediyor beni, kimi hiç tanımadığım birini tanıtıyor en duru haliyle, kimi gözyaşlarımı da katık ediyor okuduğum satırlara. Ve hepsinde aynı hüzünle çevriliyor son sayfa. Kapatılıyor kapak. Yine o huzur dolu tebessüm dudaklarda.

         İnsan zamanla öğreniyor hayatına dahil ettiği her parçanın aslında bir dili olduğunu, ara ara onlarla konuştuğunu, fark etmeden duygusal bir bağ kurduğunu. Ben de aslında onları seçmediğimi onların beni durdukları raflardan usul usul kendilerine çektiklerini zamanla öğrendim. İşte böyle bir çekimin sonucu olarak son sohbet arkadaşım ‘Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ oldu. Hani az önce bahsettim ya her parçanın kendine ait bir dili, duygusu var diye işte ben bu gerçeği bir kez daha yaşadım bu kitap ile. Kitap piyasaya çıkalı çok uzun zaman oldu. Tabii ben de çıktığı gibi alanlardan biri oldum. Ama aylarca beklettim kitaplığımda. Okul kitaplarımı sıkıştırdım araya, staj dosyalarımı, birkaç akademik kitabı, sonra bir de bir inceleme okuyayım derken zaman oldu bu zaman. Şöyle her işi halledip ayaklarımı uzattığım zaman sanki göz kırptı bana kitaplığımın rafından. Aldım elime başladım okumaya. İlk birkaç sayfayı devirdikten sonra anladım, farkında olmadan ama büyük bir iştahla neden bir kenara sakladığımı. Meğer benim bu günlerimin ilacı buradaymış. İçimdeki kadınları buldum o satırlarda tabii bir de içine düştüğüm labirentin çıkış yolunu.
         Adetimdir bir kitabı bitirdikten sonra rastgele bir sayfa açar ve gözüme çarpan ilk satırı okurum. Benim için o göze çarpan satır kitaptan payıma düşen cümledir. Bu kitapta da adeti bozmadım. Rastgele bir sayfa açtım ihtiyaca binaen ve bana şu satırları hediye etti Düğümlere Üfleyen Kadınlar; ‘Sana söyledim. Yazı yazanlar yalnız kalır. Dikkat et. Denizin ortasında bir başına kalırsın.’.

11 Ağustos 2013 Pazar

Yazmanın En Güzel Bahanesidir Aşk

    
        
         Yazımı ilk kez okuyan bir arkadaşım bu yönümden hiç haberdar olmadığı için biraz hayretle şu soruyu sormuştu ; ‘Çok güzel olmuş. Ne zamandan bu yana yazıyorsun?’ Gülümsedim. Verdiğim cevap onun için daha da şaşırtıcı oldu; ‘Yaklaşık 7 yaşımdan bu yana.’
         Mübalağa değildi bu. Evet, doğru, yazmayı öğrendiğim günden bu yana yazıyorum. Önce güzel yazı defterlerime yazdım, sonra harita metotlara, arada küçük kilitleri olan pembe hatıra defterlerine sonra ajandalara geçtim derken bugün bir bilgisayarın başındayım.
         Ben hep yazardım. Mutluyken, hüzünlüyken, yaz tatiline ayrılırken, okullar açılırken, bir arkadaşıma küserken, arka sıramda oturan çocukluk aşkıma ‘seni seviyorum’ derken, en korktuğum dersin sınavı için kopya hazırlarken, öğretmene fark ettirmeden kâğıt üzerinden dedikodu yaparken… Ben hep yazardım. Ama bir ben bilirdim yazdıklarımı, bir ellerim, bir kalemim, bir de defterlerim.
         Şiir yarışmalarında derece aldığımda, kompozisyon seçmelerinde ilk üçe kaldığımda, öğretmenim ödev verdiğinde ya da sınavın birinde hiçbir fikrim olmamasına rağmen sırf soruyu boş bırakmamak için tüm maharetimi kullandığımda da bir ben bilirdim.
         Birçok ajandam var geride, kilitli pembe hatıra defterlerim, klasörlenmiş Word dosyalarım. Arada karıştırır okurum. Bazen gülümserim bazense birkaç yere müdahalede bulunurum. Kimini sanki ilk kez okumuş gibi hüzünlenirim kimini de hiç hatırlamam ‘Bunu nasıl yazdım acaba?’ diye hayret ederim.
         Yazdıklarımı hep sesli okurum. Kulağa nasıl geldiği önemlidir. Çünkü yazmanın ön koşulu okumaktır. Çok okumak, hep okumak, boş zamanlarında değil okumak için o zaman dilimini boşaltıp okumak. ‘Şu kitabı bir an önce bitireyim daha sırada bekleyenler var.’ fikrinin heyecanıyla okumak. Bazen zorunda kaldığın için bazen sırf merak ettiğin için bazen ise sevdiğinle onun sevdiği bir konu hakkında iki kelime edebilmek için okumak.
         Okumanın da yazmanın da en güzel bahanesidir ‘aşk’.
         Bende ise bu aşk Ali’nin ata baktığı ilk gün başladı. Yazı yazma aşkı olarak başladı. Elime geçen minik hikâye kitaplarıyla okuma aşkına dönüştü. Birden hediye edilen güzel, süslü bir defterde günlük olarak yer almaya başladı. Sonra bir gün şiir halini aldı bu aşk. Defterler doldurdu. Derken şiir az geldi kompozisyona büründü. Gün geçtikçe kendini geliştirdi, sessizliklerimin parmak uçlarımdan dökülüşü oldu. Bir gün bir mektupta baş gösterdi, bir gün bir sınav kâğıdında, bir gün de etraftan takdir toplayan bir derginin bana ayrılmış sayfasında.
         Okumanın da yazmanın da en güzel kaynağıdır ‘aşk’.
         Ben o defterlerde, klasörlerde sakladığım yazıları ‘aşk’ için döktüm ortaya. Onun için gezdim kitapçılarda, onun için sabahladım bazı kitapların başında, onun için çıkmadım günlerce kütüphanelerden, onun için sildim sildim yeniden yazdım sayfalar boyunca. Onun için. Onun içinde olmak, takdirini almak, gururu olmak, yalnız bırakmamak, gözündeki mutluluğu görmek, yanında yürümek, yürüdüğü yolu paylaşmak için.
         Ama artık kendim için yazıyorum. Bana yazma aşkını aşılayan öğretmenim için yazıyorum. Yazı yazmak için minicik elleriyle o koca kalemlerin, defterlerin üstesinden gelmeye can atan öğrencilerim için yazıyorum. Hayata dair eksik gördüğüm, kendimi sorumlu hissettiğim konularda en azından elini taşın altına koyanlardan olmanın vereceği huzur için yazıyorum. ‘Yazmayı sakın bırakma!’ diye beni tembihleyen, destekleyen sevgili arkadaşım\editörüm için yazıyorum. Belki birazda tutunmak için yazıyorum.
         Ama yine de soracak olursanız ‘Neden yazıyorsun?’ diye. Gülümserim. Sonra da ‘Aşktan yazıyorum aşktan!’ der geçerim.

4 Haziran 2013 Salı

Bizi Uygunsuz Bulmuşlar Sevgili Portugam



Lennie zeka kırıntılarını bir araya toplayıp George'un ağzını aradı:
—Ne bileyim… Beni sevdiğini sanıyordum!
—Seviyorum ya! Sevmesem burada ne işim var?
—Öyleyse anlat! Her zaman ki gibi…
—Ne anlatayım?
—Bizimle diğerlerinin arasındaki farkı?
George hazin bir sesle:
—Biz diğerlerine benzemeyiz… dedi. Bizim gibi adamların kimi kimsesi yoktur. Bir ayda kazandıklarını bir gece de yer bitirirler. Onlara sahip çıkacak, onları uyaracak ne bir arkadaşları ne de dostları vardır…
—Şimdi de bizi anlat George! Ya biz?
—Biz onlara benzemeyiz…
—Biz nasılız onu anlat!
Kısa boylu adam sustu.
Lennie ona yardım etmek için:
—Çünkü… dedi
George:
—Çünkü benim için sen, senin için de ben varım!
Lennie memnun bir sesle haykırdı:
—Biz başkalarına benzemeyiz! Biz birbirimizi düşünürüz!
Akşamın meltemi suları uyandırdı. Yapraklar hışırdadı. Adamların sesleri gittikçe yaklaştı.

                                                                  Fareler ve İnsanlar \ John STEINBECK

         Steinbeck bu satırları yazarken takvimler 1937’yi göstermekteydi. O zamanlar bitmez tükenmez bir inadı vardı. ‘ Ben büyük bir yazar olacağım ve sizlerde göreceksiniz!’ diyordu. Bu öngörüsünde pek yanılmamıştı. Ona beklediği şöhreti Fareler ve İnsanlar (Of Mice and Men) adlı eseri kazandırdı. Birbiri ardına sunduğu eserler 1962’de Nobel Ödülü’ne kadar götürdü onu. Çok değil bu ödülden 6 sene sonra kalemini bir daha eline almamak üzere bıraktı. Ardında kalan eserleri yıllar boyu okundu, beğenildi ve belki de vakti zamanında kendisinin adını bile duymadığı bir ülkenin ilköğretim kademesinde okutulması zorunlu olan 100 temel eser içerisine girdi. Bu kadarını tahmin eder miydi ya da bilse ne kadar mutlu olurdu bilemem ama bildiğim bir şey var ki yaklaşık 76 sene sonra bir adamın çıkıp yazdıklarını ‘öğrencilerin ahlaki gelişimi için uygunsuz’ bulduğunu duysa çok gücenirdi elbet. O da bir durup düşünür müydü acaba neyi uygunsuz buldular diye. Başına her gittiği yerde dert açmasına rağmen sırf duyduğu sevgi ve merhamet yüzünden arkadaşını bırakamayan George’u mu? İnsan oldukları gerçeği göz ardı edilen çiftlik çalışanlarını mı? Ya da koca cüssesinin aksine içindeki o saf çocuğu büyütememiş Lennie mi?

İçindeki o saf çocuk demişken bu ‘uygunsuz’luk akımından en büyük zararı gören Zeze’yi de es geçmemek lazım. Şeker Portakalı sizler gibi benim de çocukluk yıllarımda tanıştığım ve unutamadığım ender kitaplardan biridir. Onunla yıllar sonra tekrar bir araya gelişimiz bir dersimin vize sınavı içindi. O dönem içinde yaklaşık bir hafta kadar bana eşlik etti. Bu kitabı elimde görenler önce minik bir tebessümde bulunuyor daha sonra da yüksek ihtimal çocuklarla ilgili bir meslekle uğraştığımı düşünüyorlardı. Çünkü bu kitap hala bizim için bir çocuk romanıydı. Evet, belki de o dönem benim için de vize sınavında sorumlu olduğum herhangi bir çocuk kitap idi. Taa ki o beraber geçirdiğimiz 1 haftanın sonuna gelinceye kadar.

O zamanlar kitabı yeniden elime aldığımda fark ettim ki kitap hakkında hatırladığım tek şey minik Zeze ve ona hayat veren en az onun kadar minik şeker portakalı fidanıydı. Belki de bu yüzden büyük bir merakla ve dikkatle yeniden inceledim bu kitabı. Çünkü eğer bir dersin vize sınavında sorumlu tutuluyorsak öyle sıradan bir çocuk romanı olmamalıydı bu kitap. Ki tahminlerimi de boşa çıkarmadı.

Meğer bu kitapta gerçekten görmemiz gereken Zeze; ‘5 yaşında, kendi hayal dünyasında gezip dolaşan, bir de bir küçük şeker portakalı fidanına sahip olan herhangi bir çocuk’ diye tanımlanacak kadar sığ değil imiş. Meğer o 5 yaşındaki miniğin taşıması gereken kendi boyunda bir ayakkabı boyası kutusu, babasının işsizliği yüzünden okula hiçbir zaman götüremediği beslenme çantası, sadece yolun yarısına kadar kullanabildiği bir lastik pabucu ve Noel sabahları asla kapısının önünde göremediği hediyeleri varmış. Sırf çirkin diye hiçbir öğrencinin çiçek getirmediği öğretmenine her sabah komşu bahçeden çalıp getirdiği çiçekleri varmış. Dayak yeme pahasına sırf öğretmeninin yüzü gülsün diye çalınan çiçeklermiş onlar. Ailesinin onun anlayamayışı da cabasıymış. Aslında o kadar özel bir çocukmuş ki. Mesela; 5 yaşında olmasına ve kimsenin ona yardım etmemesine rağmen birden okumaya başlamış. Duyduğu her şarkıyı birkaç tekrarda ezberleyebilir, belki aile bireylerinin bile telaffuz edemeyeceği kelimeleri anlamlarını bilerek, doğru yerlerde kullanabilirmiş. Bulduğu bir nesneyi yaratıcılığı sayesinde ihtiyacı olan herhangi bir şeyin yerine kullanabilirmiş ve bunlar gibi birçoğu…

Bu kez aynı soruyu Vasconcelos adına sormak istiyorum; acaba bu kitapta neyi uygunsuz buldular? 5 yaşındaki bir çocuğun iç dünyasına göz atma şansını bize tanıdığı için Zeze’yi mi? Onun özel bir çocuk olduğunu fark edemeyip ‘yaramaz’ olarak nitelendiren aslında bir nevi günümüz ebeveynlerini temsil eden ailesini mi? Ya da yazar Vasconcelos’un bu romanının kendi çocukluğuna ait derin izler taşımasını mı?

Sanırım benden önce biri bu soruları kendine sormuş olacak ki araştırmalarım sırasında MEB Müsteşarı Prof. Dr. Necat Birinci’nin şöyle bir açıklamasına şahit oldum: “Gerek ilköğretim ve gerekse ortaöğretim için belirlenen listelerdeki eserler ne sadece yazarları ne de eserlerin kendileri esas alınarak belirlenmiştir. Her ikisi de göz önünde tutulmuştur. Listeye yaşadığı dönemi temsil edebilecek şahsiyetler alınmış, onların da dil, anlatım, içerik ve üslup yönünden dönemini ifade edebilecek en olgun eserleri tercih edilmiştir. Bir de öğrenci seviyesi gözetilmiştir. Hem ilköğretim hem de ortaöğretim öğrencileri için düzenlenen listeler Bakanlık yetkililerince hazırlanmamıştır. Liselerin listesi, üniversitelerimizin, alanında uzman öğretim üyelerinden, kültür adamlarımızdan, yazar ve şairlerimizden, gazetecilerimizden oluşan bir heyetçe ayrı ayrı belirlenmiş, en çok yer alan eserlerden yoğunluk sırasına göre liste oluşturulmuştur. İlköğretim için hazırlanan listenin temeli de çocuk edebiyatı yazarlarının ve uzmanların hazırladığı isimlere dayanır.”

         Bu açıklamadan sonra sizin kafanızda da şu soru belirdi mi: madem bu listeler Bakanlık yetkililerince düzenlenmedi onca öğretim üyesi, kültür adamı, yazar, şair, gazeteci çocuk edebiyatı yazarı ve uzman neyi uygunsuz gördü? John Steinbeck’in kendisini Nobel Ödülü’ne götüren üslubunu mu yoksa Jose Mauro De Vasconcelos’u son 20 yılda Türkiye’de en çok okunan yabancı yazarlardan biri yapan karakter seçimlerini mi?

         Ben bu sorulara bir yanıt bulamadım. Bu duruma bir neden ararken tekrar tekrar göz attığım bu eserlerde her defasında altı çizilecek birçok satır buldum ama aksini bir türlü bulamadım. Etrafımdaki çocukların çoğunda –ki bu kitlenin bir kısmı ne yazık ki benim de öğrencim- sadece afili kapaklarına aldanılmış, içerik yoksunu onlarca kitap gördüm ama bir tane de ‘Ne okuyorsun?’ diyen bir anne-baba göremedim. Bunu her seferinde bir şansızlık olarak nitelendirdim. Onları şansız saymamın sebebi imkânlarının olmaması değildi aksine bu kadar imkâna rağmen onlara o kitapları uzatan ellerin farkındalık sahibi olmamasıydı.


         Ben istedim ki bu yazı vesilesiyle kafamızdaki çocuk kitabı algısı büyük puntolu, bol resimli, belli ebatlara sahip sayfalar topluluğu olmaktan çıksın. Çocuklardan önce anne-babaların da okuyacağı, göz atacağı ve çocuğuna ne kazandıracağını bileceği kitaplar olsun. Üzerinde ‘MEB tarafından onaylıdır’ yazısı aramak yerine sayfalarını karıştırarak fikir edinebilme farkındalığını oluştursun. Zaten okuma oranı az olan ülkemizde çocuklarımızın kitap seçimleri de belli kalıplara göre değil onların ilgilerine ve evrensel kabullere göre şekillendirilsin. Çünkü John Lubbock’un da dediği gibi “ Kitap seçimi, tıpkı arkadaş seçimi gibi ciddi bir iştir. Yaptıklarımızdan nasıl sorumluysak, okuduklarımızdan da öyle sorumluyuz.”

Koza Dergisi\Eğitim

4 Nisan 2013 Perşembe

Siz de Bir Günlüğüne Otizmi Fark Eder misiniz?


        

       “Ben otizmi olan bir çocuğum, otistik değilim! Siz düşünceleri, duyguları, yetenekleri olan bir birey misiniz yoksa sadece şişman, gözlüklü ya da sakar bir kişi mi?

         Duyusal algılarım bozuktur. Gündelik yaşam içinde sizin çoğunlukla fark etmediğiniz kokular, sesler, tatlar, görüntüler, temaslar benim için çok rahatsız edici olabilir. Sıradan bir market alışverişi benim için tam bir kâbus olabilir. Alışveriş arabalarının tekerleklerinin çıkardığı o gıcırtılı ses, günün indirimli ürününü tekrar tekrar anons eden mekanik ses, kasadaki işlem sesleri… Bu ciddi anlamda aşırı yüklenmedir benim için. Koku alma duyum aşırı hassastır. Yanımızdan geçen adam o gün duş alamamış olabilir. Bunlar benim için çok tiksindiricidir. Tüm bunlar beni etkiler, hiçbir şeyi algılayamaz hale gelirim. Komutlarınızı dinlemediğimi sanmayın. Sizi anlamıyor olabilirim. Bana diğer odadan seslendiğinizde duyduğum sadece bir işaret dili gibi olabilir. Bunun yerine yanıma gelin ve basit kelimeler seçerek benimle direkt konuşun. Somut düşünürüm. Dili sadece sözcüklerin anlamına göre yorumlarım.‘Koşturmayı bırak!’ yerine ‘Arkandan atlı mı kovalıyor?’ derseniz alkım karışır. ‘Çantada keklik’ demek yerine ‘Bunu yapmak senin için çok kolay.’ demelisiniz. Açıkmış, incinmiş, korkmuş, aklı karışmış olabilirim. Vücut dilime ve rahatsızlık duyduğumda gösterdiğim tepkilere dikkat edin.
         Bir de bunun tam tersini düşünelim: yaşamın çok ilerisinde bir düzeyde adeta küçük bir profesör gibi konuşuyor olabilirim. Kullandığım kelimeleri ya da içerikleri anlamıyor olsam da size yanıt vermek zorunda olduğumda buna başvurabilirim. Yapamadıklarım yerine yapabildiklerime odaklanın ve bunlar üzerine bir şeyler inşa etmeye çalışın. Güçlü yönlerimi keşfedin. Sosyalleşme konusunda bana yardım edin. Dışarıdan bakıldığında parktaki çocuklarla oynamak istemediğimi düşünebilirsiniz. Oysa bazen bunu nasıl yapacağımı bilmiyor olabilirim. Diğer çocukları beni oyunlarına davet etmek konusunda cesaretlendirmek işe yarayabilir. Öfke nöbetlerimi tetikleyen şeyleri bulmaya çalışın. Duyularımdan biri aşırı yüklendiğinde böyle durumlar ortaya çıkar. Eğer öfke nöbetlerimin sebebini bulursanız onları önleyebilirsiniz.
         Lütfen beni koşulsuzca sevin! Keşke şöyle olsaydı, keşke bunu yapabilseydi türündeki düşünceleri kafanızdan uzaklaştırın. Siz ailelerinizin tüm beklentilerini karşılayabildiniz mi? Otizm benim seçimim değil! Unutmayın bu durumu ben yaşıyorum siz değil! Sizin desteğiniz olmadan başarılı ve bağımsız bir hayat sürmem uzak bir ihtimal. Söz veriyorum ben buna değerim!
         Sabır, sabır, sabır… Otizme bir eksiklik olarak değil farklı bir yetenek olarak bakmaya çalışın. Evet, belki bir sonraki Michael Jordan olmayabilirim ama detaycı bakış açım ve olağanüstü odaklanma kapasitem ile bir sonraki Einstein, Mozart ya da Van Gogh olabilirim. Şimdilerde bu kişilerin de otizmli olduğu düşünülüyor.
         Siz dayanağım olmazsanız bunu başaramam. Benim arkadaşım, öğretmenim olun. Bana destek verin. Ne kadar yol alabildiğimi göreceksiniz.”
         Otizmli bir çocuğun hislerini okudunuz. Peki, bugüne kadar bu hislerin varlığından hiç haberdar olmuş muydunuz? Tohum Otizm Vakfı tarafından hazırlanan tanıtım videosunu izleyene kadar sahip oldukları bu hislerden bende haberdar değildim. Ama sonra gördüm ki çevremdeki birçok insan bırakın bu hisleri otizm gibi bir gerçeğin bile farkında değiller. O yüzden 2 Nisan–2 Mayıs Dünya Otizm Farkındalık Ayı vesilesiyle bu konuda naçizane bir yazı yazmak istedim.

Otizm Nedir
?
         Otizm, doğuştan gelen ya da yaşamın ilk üç yılında ortaya çıkan karmaşık bir gelişimsel bozukluktur. Otizmin, beynin yapısını ya da işleyişini etkileyen bazı sinir sistemi sorunlarından kaynaklandığı sanılmaktadır. Otizme nelerin yol açtığı bugün bilinmemektedir ama kalıtım yoluyla anne-babadan geçmiş olabileceğinden kuşkulanılmaktadır. Henüz otizm geni bulunamamıştır ama çevresel faktörlerle tetiklendiği düşünülmektedir. Aynı zamanda her çeşit toplumda, ırkta ve ailede rastlanmaktadır. Otizm, günümüzde rastlanan en yaygın nörolojik bozukluktur ve Hastalıkları Kontrol Etme ve Önleme Merkezi’nin 2012 verilerine göre 88′de 1 görülme sıklığı vardır. Cinsiyetle ilişkili ortak görüş ise, erkeklerde kızlardan dört kat daha fazla görüldüğüdür.
Otizmin Belirtileri
Eğer çocuğunuz:
· Başkalarıyla göz teması kurmuyorsa,
· İsmini söylediğinizde bakmıyorsa,
· Söyleneni işitmiyor gibi davranıyorsa,
· Parmağıyla ile istediği şeyi göstermiyorsa,
· Oyuncaklarla oynamayı bilmiyorsa,
· Akranlarının oynadığı oyunlara ilgi göstermiyorsa,
· Bazı sözleri tekrar tekrar ve ilişkisiz ortamlarda söylüyorsa,
· Konuşmada akranlarının gerisinde kalmışsa,
· Sallanmak, çırpınmak gibi garip hareketleri varsa,
· Aşırı hareketli, hep kendi bildiğince davranıyorsa,
· Gözleri bir şeye takılıp kalıyorsa,
· Bazı eşyaları döndürmek, sıraya dizmek gibi sıra dışı hareketler yapıyorsa,
· Günlük yaşamındaki düzen değişikliklerine aşırı tepki veriyorsa
Otizm açısından değerlendirme yapmak gerekir.

Erken Tanı- Erken Eğitim
         Otizmli çocuklara erken yaşta, tercihen üç yaştan önce tanı konması büyük önem taşır. Tanı koyabilecek kişiler, yalnızca konunun uzmanı olan doktorlardır. Ülkemizde otizm tanısı koyabilecek uzmanlar çocuk ruh hastalıkları uzmanları ve çocuk nörologlarıdır. Otizmli çocukların dış görünümleri diğer çocuklardan farklı değildir; ancak, davranışları farklıdır. Tanı, uzmanlar tarafından çocuğun gözlenmesi, gelişim testleri yapılması ve anne-babalara çocuğun gelişimi hakkında sorular sorulmasıyla konur. Otizmin tanısı 12 aylıktan itibaren konabilir. Erken yaşta tanı konması, bir an önce eğitimin başlaması açısından önemlidir. Çünkü otizmli bir çocuk özel eğitim almaya ne kadar erken başlarsa, o kadar hızlı ilerleyebilir. Eğer çocuğunuza otizm tanısı konmuşsa; eğitsel değerlendirmesinin yapılması, eğitim ortamına yerleştirilmesi ve devletin sağlayacağı özel eğitim desteğinden yararlanması için ilinizdeki ya da ilçenizdeki (RAM) Rehberlik Araştırma Merkezi’ne başvurmanız gerekir. Otizmli çocuklara haftada en az 20 saat, tercihen 35–40 saat süreyle ve otizmli çocuklar için özel olarak hazırlanmış eğitim programlarıyla özel eğitim verilmesi gerekir. Özel eğitimin yanı sıra özel eğitime destek olarak verilen dil-konuşma ve uğraşı terapilerinin de katkısı büyüktür.
“Bu konuda kime güvenebilirim?” derseniz…
İşte bu konuda Türkiye’de karşımıza üzülerek söylüyorum ki sadece bir tane güvenilir kurum çıkıyor. O da Tohum Türkiye Otizm Erken Tanı ve Eğitim Vakfı. Bu vakıf ‘otizm ve yaygın gelişim bozukluğu’ olan çocukların erken tanısının konulması, özel eğitimi ile topluma kazandırılmasına öncülük edilmesi ve bunun yurt çapında yaygınlaştırılması amacıyla 15 Nisan 2003 tarihinde kurulmuş bir sağlık ve eğitim vakfıdır. Benim de yazıma kaynaklık eden ulaşılması oldukça kolay iletişim alanlarına sahiptir. Merkezi İstanbul’da bulunmasına karşın web sitesi, eğitim portalı, basılı yayınları ve sizin de kitle iletişim araçları vasıtasıyla haberdar olduğunuz birçok projeye ile yurt genelinde bilgi ihtiyacı hisseden her bireye ulaşmaktadır.
Peki, ben bu yazıyı neden yazdım?
         Bundan yaklaşık bir sene önceydi. Ardı ardına iki film izlemiştim; Okyanus Cenneti ve Temple Grandin. Bu iki filmden o kadar etkilenmiş olmalıyım ki hayatımda belki de ilk defa otizm ve varlığı dikkatimi çekti. Hemen sözlük anlamından başlayarak günümüzde, yurdumuzda ve dünya kapsamında neler yapıldığını, nerelere gelindiği öğrenmeye koyuldum. Sonra durup bir soluklanınca bir çocuğumun olmasından ziyade ‘Otizmli bir çocuğumun olması durumunda ne yaparım?’ sorusunu kendime sordum. Yanıt koca bir tedirginlik oldu. Eminim Dafu’nun babası ( Okyanus Cenneti filmindeki otistik gencin babası) ve Temple’nin annesi (Temple Grandin filmindeki otistik genç kızın annesi ) de bu soruyu kendilerine hiç sormamışlardı. Tıpkı hepimizin anneleri, babaları gibi. İşte cevaptaki o koca tedirginliğin sebebi de bu gerçekten bihaber halimizdi.
         Dürüst olmak gerekirse çevremizde otistik bir birey gördüğümüz zaman tedirgin oluyor, onlardan uzaklaşıyor sonra da uzaktan şefkat gösteriyoruz. Belki de farkında olmadan bu uzaktan şefkat gösterimiz ile onları ötekileştiriyoruz. Ama onlar ötekiler değil ki? Geldiğimiz koşullar sayesinde ırkları bile ötekileştirmemeyi öğrenen biz 'görünüşteki sağlıklı' bireyler otistik bireylere farklı bir ırktanmış gibi davranıyoruz. İlk defa bir Asyalı görmüş siyahî merakıyla bakıyoruz onlara. Ya da tedirginliğiyle mi desek?
         Otizm farklı bir ırk değil, otistik birey de bir vebalı değil, onların ki bir fark değil. Sadece hassasiyet. Daha hassaslar; seslere, kalabalığa, temaslara ve gördükleri her şeye karşı. Evet, bu durum onları sosyal yaşam anlamında zorluyor ama bu hassasiyetleri sayesinde gördüğünü, öğrendiğini aynen ve hatasız yapan ender insanlardan biri de oluveriyorlar bir anda. Üç boyutlu düşünmek, gördükleri her şeyin bir resmini çekip hafızalarında saklamak, bizim yalnızca bir çizim olarak gördüklerimizi zihinlerinde harekete geçirmek onları farklı değil özel kılmalı. İşte bu özellikleri keşfedip tıpkı bir Temple gibi üretici beyinler yetiştirmeli. Ki yazının başında bahsettiğim Einstein, Mozart ya da Van Gogh gibi örnekleri görmezden gelmemek lazım.
         Bunun için ne mi yapmalıyız? Sadece onları anlamak ve onlara sarılmak yeterli olacaktır. Biz görünüşte sağlıklı bireylerin çoğu kez önemini tam olarak hissedemeden ve gün içinde defalarca gerçekleştirdiği o sıradan sarılma eylemi onlar için yeni dünyaların kapısı, besinden daha gerekli, uykudan daha huzur verici bir şey. Gözlerine bakmak ve gözler yardımıyla onu sevdiğini, ona saygı duyduğunu ve ona inandığını söyleyebilmek tüm tıbbı eylemlerden daha yararlı ve sonuç verici.
         Peki, şu şartlarda elimizden ne gelir derseniz cevabım tek bir kelime de saklı olacaktır; ‘Farkındalık’. Birçok konuda olduğu gibi otizm konusunda da en çok ihtiyacımız olan şey; Farkındalık. En azından bu yazı vesilesiyle Tohum Otizm Vakfı’nın web adresine bir göz atarsanız, yine Tohum Otizm Vakfı tarafından basılan Resimlerle Düşünmek adlı kitabı edinirseniz ya da Okyanus Cenneti, Temple Grandin, Yağmur Adam gibi filmlere kıymetli vaktinizi ayırırsanız hem altını çizdiğimiz farkındalığa bir adım daha yaklaşmış oluruz hem de benim bu yazıyı yazma amacımı gerçekleştirmeme yardım etmiş olursunuz.
         Bugün 2 Nisan. Bugün ‘Dünya Otizm Farkındalık Ayı’nın ilk günü. Siz de bir günlüğüne bile olsa Otizm’i fark eder misiniz?

7 Şubat 2013 Perşembe

Bozkır Ortasında Vaha: Köy Enstitüleri


 


“Alnımızda bilgilerden bir çelenk,
Nura doğru can atan Türk genciyiz.
Yeryüzünde yoktur olmaz Türk’e denk,
Korku bilmez soyumuz.

Candan açtık cehle karşı bir savaş,
Ey bu yolda ant içen genç arkadaş,
Öğren öğret hakkı halka gürle çoş,
Durma durma koş.

Şanlı yurdum, her bucağın şanla dolsun,
Yurdum seni yüceltmeye antlar olsun “

Bu marş ile ilk karşılaştığım zamanlar Anadolu Öğretmen Lisesi’nde birinci sınıf öğrencisiydim. Müdür beyin komutu üzerine üst sınıflar hep bir ağızdan bu marşı söylemeye başladılar biz ise yarım yamalak eşlik etmeye çalıştık. O atmosferin ben de yarattı etkiyi hala hatırlarım. Sonraki haftalarda gördüm ki meğer, bu marş çarşamba günlerimizin ritüelleri arasındaymış.
O birinci sınıftaki çarşamba sırasının üzerinden yıllar geçmişti. Can Dündar’ın ‘Köy Enstitüleri’ belgesini izliyordum. Birden fonda bir marş yükseldi. Kulak verdim. Sözleri şu şekildeydi:

“Sürer eker biçeriz, güvenip ötesine,
Milletin her kazancı milletin kesesine
Toplandık baş çiftçinin, Atatürk’ün sesine
Toprakla savaş için, ziraat cephesine.

Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz,
Biz yurdun öz sahibi, efendisi köylüyüz.”

Meğer ‘Ziraat Marşı’ diyorlarmış adına. Tıpkı o birinci sınıfta içinde bulunduğum atmosferi anımsattı bana. Köy Enstitüleri’nde vakti zamanında tarım derslerinden önce bu marş söylenirmiş hep bir ağızdan. Tıpkı bizim de lise yıllarımızda yaptığımız gibi. Aslında bu iki marş Köy Enstitüleri metamorfozunun bir nevi özetini sermekte gözler önüne.
Peki, neydi bu Köy Enstitüleri? Hakkında ne biliyorduk ya da neler bilmeliydik? İşte ben bu yazımda bir Anadolu Öğretmen Lisesi mezunu yani Köy Enstitüleri’nin torunu sayılabilecek bir eğitim kurumunun mezunu olarak elimden geldiğince bu konuyu işlemek istedim. Şimdiden sürçü lisan edersem affola. Noksanlıklarımı içimdeki o heyecanlı eğitimciye verin. Mazur görün.

Köy Enstitüleri Nasıl Oluştu?

Sene 1935. Kurtuluşun üzerinden yıllar geçmesine rağmen halk yoksulluktan ve cehaletten kurtulamamıştı. Ne harf devrimi ne de okuma yazma seferberliği tatmin edici sonucu sağlamaya yetmemişti. 16 milyonluk ülke nüfusunun sadece 2,5 milyonu okuma yazma biliyordu. Yani 7 kişiden sadece biri. Nüfusun %80 inin köylerde yaşadığı göz önüne alındığı zaman neredeyse 40 bin köye devrimlerin kırıntıları bile ulaşmamıştı. Bu durum eğitimi köklü değişimin en önemli silahlarından biri olarak gören Mustafa Kemal’i oldukça huzursuz ediyordu. CHP’nin 4. kongresinde konu masaya yatırıldı. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan ile fikirlerini paylaşıyor, çıkar yollar arıyordu. Bu süre zarfında yurt dışı merkezli birçok eğitim kurumu ve uzman ile iletişime geçildi. John Dewey gibi bir ismin de arasında bulunduğu pek çok uzman ülkeye getirildi, araştırmalar yapmaları sağlanıp sonuçların üzerine gidildi. Tüm çalışmalar hep bir ağızdan eğitim seferberliğinin gelişim yönünden çok geri olan ve ülkenin çok büyük kısmını oluşturan köylerden başlanması gerektiğini söylüyordu. Mustafa Kemal de öyle yaptı. Kafasındaki çözüm yolları ışığında kemik kadroyu oluşturmaya başladı.
İlk hamle İsmail Hakkı Tonguç oldu. Kendisi o dönemde Gazi Eğitim Enstitüsü’nde el işi öğretmenliği yapmaktaydı. Ama bu statüsünden ziyade onun en dikkat çeken yönü özellikle köyde eğitim konusunda birçok araştırmaya ve çeviriye imza atmış olmasıydı. Kim bilir belki de bu yüzden Tonguç, o günden sonra İlköğretim Genel Müdür Vekili olarak boy göstermeye başladı.
Mustafa Kemal bu yeni projesi için ilk çareyi kendi ana ocağını, yani askerlerini devreye sokarak aradı. Askerliğini çavuş olarak yapmış, diğerlerine nazaran daha iyi okuma yazma bilen gençleri kendi köylerinde birer eğitmen olarak görevlendirmeyi düşünüyordu. Bu amaçla orduda çavuş ve onbaşı olarak görev yapmış 85 genç, Eskişehir Çifteler’de eğitime alındı, 6 ay kurs gördü.
Bu 6 aylık kurstan sonra eğitmenler yanlarında yardımcı kitapları ile köylerine dönüp çocuklara okuma yazmayı, temel bilgileri öğretmeye başladılar. Sadece çocuklara öğretmenlik yapmakla kalmayıp köylüler için de gece kursları açtılar. Yetmedi kendilerine verilen toprakları işleyerek geçimlerini sağladılar hem de köylüye örnek oldular.
Gel gelelim ilk senenin sonunda bir avuç çavuş ile bu işin istenilen yere gelmeyeceği anlaşıldı. Daha fazla sayıda ve daha donanımlı bir öğretmen kadrosu lazımdı. Bu amaçla köylere öğretmen yetiştirmek için özel bir kurum açılması kararlaştırıldı. Bu kararın ilk küreği de Çifteler’de atıldı. Artık Çifteler bu fikrin merkeziydi.
Rüyasını bu aşamaya getiren Mustafa Kemal ne yazık ki meyvesini göremeden hayatını kaybetti. Bayrağı İsmet İnönü’ye teslim etti ve İsmet İnönü cumhurbaşkanı seçildi. Haliyle seyir değişti, kabineyi Celal Bayar kurdu ve Milli Eğitim Bakanlığı’na Hasan Ali Yüce getirildi.
İkinci hamle Hasan Ali Yücel oldu. Kendisi hayatını eğitime adamış bir felsefe öğretmeniydi. Dünya Klasikleri’nin çevrilmesi için bir tercüme bürosu kurdu ve 500 den fazla eserin Türkçe’ye kazandırılmasını sağladı, üniversiteler kanunu çıkardı. Bakanlığı süresince devrim niteliğinde birçok iş yaptı. Ama onu zirveye taşıyan asıl iş Köy Enstitüleri Projesi oldu.
Yücel zaman kaybetmeden işe koyuldu. Kendisinden önce yapılan işleri iyi bir ön hazırlık olarak nitelendirdi ve değerlendirdi. Bir tasarı hazırlattı ve bu cephede kendisine en güçlü silah arkadaşı olabileceğini düşündüğü İsmail Hakkı Tonguç’u yanına aldı. Artık Tonguç vekil değil İlköğretim Genel Müdürü idi.
Tonguç’un köyde eğitim ve el işi üzerine araştırmalar yaptığını belirtmiştim. İşte Yücel de bu yönü yüzünden Tonguç’u sahaya sürdü ve araştırmaları sonucu Türkiye için ideal çözüm yolu olan ‘iş içinde eğitim’ için bir keşif gezisine gönderdi. Gezi sonunda ülke 21 bölgeye ayrılmış, şehirden uzak ama enstitü için uygun olan yerler belirlenmişti. Ve 1940 baharında tasarı olan bu fikir artık bir yasa olarak meclise geldi. Yasanın kabulünden sonra önceden kurulmuş olan 4 öğretmen okulu enstitüye dönüştürüldü ve bu okullara 17 okulun daha eklenmesi kararlaştırıldı. Geçen sürede sıra Hasanoğlan’a gelmişti. Sayısı 21’i bulacak bu kurumların en önemlisi olacaktı Hasanoğlan. Başkente yakın olduğu için hem siyasiler hem de yurt dışından gelecek misafirler için bir nevi model okul görevi görecekti. Bu yüzden temel atma törenine daha önce kurulan 14 Köy Enstitüsü’nden öğrenci grupları geldi ve bir temmuz günü Hasanoğlan’ın temeline ilk harç kondu. Bu ilk harçla başlayan süreç öğrencilerin yaz-kış çalışmaları sonucu 6 ay gibi bir sürede 20 binaya ulaştı. Ve artık o bozkırda koca bir yerleşke vardı.

Bir Eğitim Kurumu Olarak Köy Enstitüleri

Enstitüde günün ilk ışıkları zeybek havası ile karşılanıyordu. Bu bir nevi sabah sporuydu öğrenciler için. Sabah erkenden avluda toplanılır, sabah sporu niyetine halk oyunları oynanır, türküler söylenirdi. Daha sonra görevli öğrencilerin hazırladığı kahvaltılara geçilirdi.
         Sabah yedi buçuktan sonra serbest okuma saati başlardı. Enstitüler bu konuda çok şanslıydı. Her okulun kendine ait büyük kütüphanesi vardı ve Hasan Ali Yücel’in çevirisini yaptığı klasiklerin hepsi burada bulunuyordu. Aynı zamanda her öğrenci için bir yıl içinde 25 tane klasik okumak zorunluydu zaten. Bu serbest okuma saatinde isteğe göre müzik öğretmenleri tarafından mandolin, keman, akordeon ve bağlama dersleri de veriliyordu. Hatta bağlama derslerini kimi zaman farklı enstitüleri de gezen Âşık Veysel veriyordu.
         Serbest okuma saatinin ardından artık eğitim kısmı başlıyordu. Yalnız eğitim belli kısımlara ayrılmıştı. %50 si normal orta öğretim derslerinden oluşuyordu. Kalan %50 de, yarı yarıya teknik ve tarım derslerine ayrılmıştı. Zaten enstitüleri diğer eğitim kurumlarından ayıran en önemli nokta da burası değil miydi?
         Özellikle tarım dersleri pedagogların yıllarca tartıştığı iş içinde eğitimin en güzel örneklerinden biriydi. Tarım saati geldiğinde öğrenciler kazmaları kürekleri sırtlayıp hep bir ağızdan Ziraat Marşı’nı söyleyerek tarlaların yollarını tutuyorlardı. Modern zirai teknikleri öğreniyorlar, tarlaları işliyorlar ve ardından işledikleri tarlaların ürünlerini yine kendileri tüketiyorlardı. Bu ders işlenişi ve alınan dönütlere bakıldığında, öğrenci açısından yaşayarak öğrenmenin en kuvvetli kanıtını ortaya koyuyordu.
         Söz konusu 'teknik dersler' olduğunda ise kızlar ve öğrenciler yeteneklerine göre farklı kollara ayrılıyorlardı. Erkekler; yapıcılık, demircilik ya da marangozluk; kızlar ise yemek, biçki-dikiş ya da el işi gibi iş kollarından birini seçiyor ve o yönde eğitim görüyordu. Müfredat okulun bulunduğu bölgeye göre balıkçılık, arıcılık eğitimi gibi alternatifler de sunabiliyordu. Teknik derslerin en büyük artısı ise bugüne sadece tarla ya da hayvan işleriyle etkileşime girmiş köylü çocukları zanaatkâr yapmasıydı.
Sene 1942. Köy Enstitüleri ilk mezunlarını vermişti. 1943’te Hasanoğlan’da Yüksek Köy Enstitüsü açılmıştı. Mezun olan öğrencilerin en iyileri bir sınav ile buraya yerleştirildi. Böylece tüm ülke için yetiştirilen köy öğretmenlerini yetiştirecek öğretmenler burada eğitim görecekti. Yine sadece köylü çocuklarının gideceği bu yüksek okul aslında bir nevi ilk ‘köy üniversitesi’ idi. Her öğrenci burada bir dalda uzmanlaşmak ve tez hazırlamak zorunda idi.
Bilgiyi öğrencinin hayatına bu kadar etkili yerleştiren bir eğitim kurumundan akademik başarısızlık beklenemezdi ve olmadı da. Tüm bu eğitim sürecinin sonunda öğretmenliğe en uygun öğrenciler seçildi, kalanların kazandırılan zanaat kollarında ilerlemeleri sağlandı ya da sağlık birimlerinde eğitilerek köylere geri gönderildi. Sonuç olarak giren öğrencilerin hepsi en iyi yapabilecekleri işlerde eğitilerek mezun edildiği için %100 başarı sağlanmış oldu.
Mehmet Başaran, Fakir Baykurt, Ali Dündar ve Talip Apaydın bu başarının en güzel örneklerindendir.


Madalyonun Arka Yüzü
      
Bu yazım için araştırma kısmını hallettiğim zaman çevremdeki insanlarla bu konu hakkında etmek istedim. Hepsini, tüm yorumları sadece dinleyip bu yaptıkları yorumlarda nelerin etkili olduğunu anlamaya çalıştım. Bir nevi canlı ses kayıt cihazı görevi gördüm denebilir. Ama en üzüldüğüm nokta, bugün bile tartışılan konulardan biri olan Köy Enstitüleri hakkında birçoğumuzun aslında sadece yüzeysel şeyleri biliyor olduğunu görmemdi. Bu işin tarihçe kısmına biraz fazla yer vermem bu yüzdendir.
Yaptığım konuşmalarda bazı farklı düşüncelerle karşılaştım ama tahmin edersiniz ki azınlıkta kaldılar. Bu yüzden sohbetler aracılığı ile Köy Enstitüleri hakkında vardığım en genel görüş; adımını Mustafa Kemal’in attığı daha sonra bayrağı İnönü’nün aldığı ama DP’nin oyunlarıyla son verdiği muhteşem proje olarak tıkandı kaldı. Bu özet bana çok sığ geldiği için biraz derine inmek istedim.
Öncelikle bir eğitim kurumu olarak Köy Enstitüleri hem teoride hem de uygulamada bu ülke üzerinde kurulmuş rakipsiz bir kurumdur. Bir eğitimci olarak mezun olduğum eğitim fakültesinin bu tarz bir eğitim politikasına sahip olmasını gerçekten isterdim. Ama.. İşte bu ama kısmıdır madalyonun arka yüzü.
Yazının başlarında da söylediğim gibi Mustafa Kemal köklü değişimlerin kalıcılığını eğitim ile saylayabileceğinin oldukça farkında olan bir önderdi. Devrimlerinin nüfusun %80 ini kapsayan köylere girememiş olması büyük bir engeldi onun için. Şehirde eğitim gören öğretmenlerin köylere gitmek istememesi ya da gittikleri yerlerde kalıcı olamaması onu ‘pratik usullere’ itmişti. Köyden alınan çocukların eğitilerek köye gönderilmesi de bir nevi kendi yağında kavrulma durumunun en işlevsel haliydi. Çocuklar alındı, eğitildi ve öğretmen edildi. Yalnız bu süre zarfında bazı çıplak gerçekleri de kabul etmek gerekiyordu. Zaten cahil ve yoksul olan köylü çocuğu, herhangi bir şekilde okuldan uzaklaştırılırsa öğrenim gördüğü süre boyunca ona yapılan masrafları 'ödemekle' yükümlüydü. İyi bir öğrenci olup mezun olduysa 'yirmi yıl' boyunca Milli Eğitim Bakanlığı tarafından atandığı yerlerde çalışmak 'zorundaydı'. Esasında otuz yıl öngörülmüştü ama sonunda yirmi yıl ile yetinildi. Öğretmenlerin zorunlu hizmetlerini tamamlamadan görevlerinden ayrılmaları mümkün dahi değildi, aksi takdirde yine öğrenim hayatları boyunca kendileri için yapılan masrafları ödemek zorundaydılar. Hem de iki katı olarak. Öğretmenliğe başladıkları zaman onca yıl aldıkları eğitimin yanında, ellerine kuracakları cümleye kadar hazırlanmış rehber kitaplar verilecekti. Onlarca eğitim bilimcinin savunduğu 'özgün eğitim yöntemleri' ile eğitilen öğretmenlerin ne öğretecekleri zaten belliydi, ellerine ciltlenmiş sayfalar halinde verilmişti. Bunun yanında enstitü mezunu öğretmenlere ayda yirmi lira maaş ödenecekti. Altıncı yılın sonunda otuz, on beşinci yılın sonunda da kırk lira alacaklardı. Ayrıca atandıkları yerlerde kendilerine tarımsal üretim için gerekli arazi ve tarımsal aletler de devletçe karşılanacaktı. Bir nevi küçük toprak sahipleri olacakları gibi tek tip insan yetiştirmek için kurulan robotlar haline de geleceklerdi.
Hatırlayın daha ortada somut hazırlıklar olmadan proje kabul edildiği için tüm Köy Enstitüleri temelden çatıya öğrencilerin alın terleri ile inşa edilmişti. Aynı uygulama ,köylere okul yapma konusunda köylü halka da uygulandı. Yasaya göre okulların kurulacağı yerler üç yıl önceden belirlenecek, köylünün maddi desteği ile okullar ve öğretmen evleri yapılacaktı. Okulların tamir ve bakımı da yine köylülerce karşılanacaktı. Bir nevi en ucuz iş gücü ile en iyi verim. Peki, bu şekilde mi uygulandı? Hayır. Tanınan süre kısa tutuldu, köylü elimizde imkân kalmadı dediği zaman cezaya başvuruldu. Hatta bazen durum mecliste bazı isimler tarafından eleştiriye yer açacak kadar abartıldı.
Meclisteki eleştiriler demişken.. Aslında bu fikir ortaya atıldığı zaman meclisteki herkesi o kadar da çok heyecanlandırmadı. Özellikle öğretmen yapılacak öğrencilerin sadece köylerden alınması ileride yol açabileceği sakıncalar açısından tedirginlik uyandırıyordu. Pek haksız sayılmazlardı. Sadece köylü çocukların tercih edilmesi ile şehir ve kasaba çocuklarının köylerle teması kesiliyordu. Kırk, elli yıl sonraki yaşam düşünüldüğünde kendi terbiyesinde pişmiş iki baskın kısım görünüyordu ülke üzerinde. Şehirli kısım ve köylü kısım. Zaten kaynaştırmak yerine kendi sınırları içine sıkıştırdığımız bu iki kesimin en küçük bir dış müdahale ile uçlara çekilmesinin çok zor olmaması beklenirdi. Tabi bunun yanı sıra az önce bahsettiğim köylüyü zorunlu imeceye iten kararlar da meclisteki bazı isimlerde köylünün durumu sahiplenmek istemeyeceği yönünde tedirginlik uyandırıyordu.
Üzülerek söylüyorum ki bu eğitim kurumuna temelde gölge düşüren en büyük etken ideolojik kaygılar oldu. Kurtuluştan sonra yıllarca sürmesi beklenen devrimler aylar gibi çok küçük rakamlarla ifade edilebilecek süre zarflarında halka ciddi bir şekilde empoze edildi. Her konuda tepeden inme bir yöntem denendi. Cumhuriyette de, demokraside de, devrimlerde de, eğitimde de... Tepeden inme uygulanan her yöntem baskıları beraberinde getirdiği için halk tarafından özümsenemedi ve mutlaka çatlak seslere gebe kaldı.
Köy Enstitülerinin kapatılmasında ihale, Milli Şeflik döneminin sarsıntıya girmesiyle boy gösteren diğerlerine kaldı. Oysaki satır aralarına iyi bakıldığı zaman bu projenin en büyük muhalefeti, daha tasarı zamanında CHP’nin kendi içinden çıkmaktaydı. Tasarı mecliste oylandığı ve oy birliği ile kabul edildiği zaman oturuma katılmayan 148 milletvekili vardı. Bu rakam vakti geldiğinde CHP’nin eleştiriyi en çok kendi içinden alacağının en büyük kanıtıydı ve öyle de oldu. Gelişen olaylar sonucu öyle sanıldığı gibi sadece sağ kanat tarafından eleştirilmiyordu Köy Enstitüleri. Aslında en kuvvetli eleştirileri sol kanatın kendisi yapıyordu. Bu muhalefet İnönü’yü tedirgin ediyordu. Çünkü unutmamak gerekir ki, her ne kadar Köy Enstitüleri ona ‘babamız’ diye hitap etse de, o bir politikacıydı. Yine tepeden indirmeye çalışılan demokrasi onu zora sokmaya başlamıştı. Tabi bu tedirginliğinin tek sebebi gördüğü muhalefet değildi. O süre zarfında Hasanoğlan’a yaptığı bir ziyaret sırasında öğrencilerin uyanışına bizzat şahit olmuştu. Bu yüzden o gün orada Hasan Ali Yücel’e “Yücel, bu çocuklar köylerde işe başlayınca bizi tutacaklar mı?” diye sorma ihtiyacı hissetmişti. Evet, o bir ömür boyu enstitüleri koruma sözü vermişti ama bu söz ona, kendisine hemen önündeki seçimi de kaybettirecekti. Bu sancılı dönemin sonunda karar verme zamanı gelmişti. Düşündü, taşındı ve karar verdi. Köy Enstitülerinden vazgeçti. Dedim ya o bir politikacıydı.
Sene 1947. CHP, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nü kapattı. Ancak 1950 seçimlerini de kaybetti. İktidara gelen Demokrat Parti 1953 yılında bütün Köy Enstitüleri’ni kapattı. Köy Enstitüleri’nin 13 yıllık maratonu böylece sona erdi.
Benim bu hikâyede içimi en yakan yeri yine zamanında bu hikâyenin küçük kahramanlarından biri olan Talip Apaydın -ki kendisi Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü öğrencisiydi.- çok iyi ifade etmiştir: 
“ Ziraat Marşı’nı bin kişi hep bir ağızdan söylerdik, inanırdık. Milletin efendisi olacaktı köylü. Ne kadar aldanmışız. Ah.. Ah.. Ne kadar aldanmışız.”

Koza Dergisi\Eğitim

7 Aralık 2012 Cuma

Dersimiz Eğitim


  Daha küçük bir 4. sınıf öğrencisiydim “eğitim” kavramı üzerine düşünmeye başladığım zamanlar. Her on yaşındaki çocuk kadar benimde bazı haşarılıklarım vardı sınıfta. Mıntıka temizliği yaptığımız bir teneffüs sonunda arkadaşımın yüzüne fırlattığım bir çöp parçası yüzünden öğretmenimizin tüm sınıfa öğütler verdiği bir konuşmanın içinde buldum kendimi. Öğretmenim arkadaşlarımın yanında küçük düşmemem için adımı vermiyordu ama dolaylı yoldan uyarıyordu beni cümle sonlarında göz göze gelmeyi ihmal etmeyerek. Derken şöyle bir cümle ile bitirdi konuşmasını ; “ Hepiniz oldukça başarılısınız, ben size çok şey öğretmişim ama görüyorum ki aynı oranda eğitememişim.”. Tabi ki bu cümlenin noktasını da gözlerimin içine bakarak koydu. Ben çok utanmıştım. Dakikalarca yapılan konuşmanın sadece son cümlesi çınlıyordu kulağımda; “Ben size çok şey öğretmişim ama görüyorum ki aynı oranda eğitememişim.”. Öğretmenimin sinirden yanlış bir cümle kurduğunu düşünmüştüm. Zaten öğrendiğimiz bilgiler eğitim demek değil miydi? Ben testlerde de yazılılarda da sınıfta hep en yüksek notları alan öğrencilerden biri değil miydim? O zaman neden bana eğitim konusunda eksik olduğumu söylüyordu? Beni artık tembel mi buluyordu yoksa önceki kadar sevmiyor muydu? Bu kendime sorduğum soruların cevabını bulmak için midir ya da o gün duyduğum utanç, üzüntü yüzünden ve öğretmenimin gözünde eski yerimi geri kazanma isteğimden midir bilmem ama o olaydan sonra bu cümleyi çok düşündüm, buna uygun davranmaya çalıştım.
         Yıllar sonra fark ettim ki öğretmenimin benim için “veremediğim“ dediği eğitimi aslında ben o gün almıştım. Şöyle ki; günümüzde kabul gören en genel eğitim tanımı; “Bireyde kendi yaşantıları yoluyla davranış değişikliği meydana getirme süreci.” değil miydi? Evet. İşte benim de o gün arkadaşıma karşı yaptığım o yanlış hareket, o hareket yüzünden öğretmenimin söylediği sözler ve benim o sözler yüzünden duyduğum pişmanlık sonucu bir daha o hareketi tekrarlamamış olmam eğitimin;
—    Bir süreç olduğunu,
—    Bireyde davranış değişikliği meydana getirdiğini ve
—    Bu davranış değişikliğinin bireyin yaşantıları sonucu oluştuğunu haklı çıkarmaz mıydı? Yine evet.
         Şimdi bazı şeyler oturmuyor kafanızda ya da neden bu anıyı anlattığımı ve vereceklerimle ne alakası olduğunu düşünüyorsun. Eğer durum bu ise amacıma ulaşmışım demektir. Şu ana kadar sizde az da olsa kafa karışıklığına sebep olduysam ne mutlu bana. Çünkü ben bilirim ki kafanın karıştığı andır bilinenlerin sorgulandığı an. O zaman gelin şimdi de şu eğitim kavramını bir başka köşesinden sorgulayalım.
         Ne demiştik? Eğitim; bireyde kendi yaşantıları yoluyla davranış değişikliği meydana getirme süreci idi. Benim naçizane anım da aslında bu tanımı benim istediğim köşeden yakalamıştı. Şimdi şu “kendi yaşantıları yolu ile” sözünün altını çizelim ve şöyle bir geriden bakalım. Esasında burada vurgulanmak istenenin “deneyim” olduğu konusunda hem fikirizdir muhakkak. Eğitim ve deneyim kelimeleri yan yana gelince benim için akla gelen ilk isim tartışmasız olarak John Dewey olmaktadır.
         Esasında John Dewey’in Türk eğitim sisteminde yeri çok eskilere dayanır. Şöyle ki; İsmail Safa’nın (Özler) Maarif Vekâleti döneminde, John Dewey’e mektup yazılmış ve inceleme yapması için Türkiye’ye davet edilmiştir. Dewey ise, Maarif Vekâleti Vasıf Bey döneminde, bu teklife sıcak baktığını ve gelebileceğini bildirmiştir. Derken 1924 yılında ülkemize gelmiş İstanbul, Ankara ve Bursa’ya geziler düzenleyerek incelemeler yapmıştır. Bu iki aylık gezi süreci sonunda yapılan bir röportajda sorulan “ Ülkemizde eğitim konusunda yapılması gereken başka işler var mıdır?” sorusuna verdiği maddelerce cevabın ilk maddesi “ Öğrenci ile hayatın, çevrenin irtibatı sağlanmalıdır.” olmuştur. Aslında bu madde benim baştan beri anlatmaya çalıştığım şeyin özüdür. Gelin şimdi olaya bir de Dewey’in penceresinden bakalım.


         Bilindiği üzere Dewey, eğitimle ilgili görüşlerini, pragmatist felsefeyi temel alarak oluşturmuştur. Genel olarak pragmatizm yani faydacılık; doğruluğu ve gerçekliği tek yanlı olarak yalnızca eylemlerin sonuçları ve başarıları ile değerlendiren felsefe öğretisi; eylemin bilgi ve düşünceye ilkece üstünlüğü görüşüdür. Pragmatist felsefe anlayışının eğitime uygulandığı akım ise “İlerlemecilik Akımı” olarak adlandırılır. Bu akıma göre; eğitim ebedi veya ezeli doğruların aktarılması süreci değil, deneyimin sürekli yeniden inşasıdır. İşte tam burada anahtar kelime grubu verilmektedir; “ deneyimin sürekli yeniden inşası”. John Dewey bu noktada deneyimin oluşumunda etkili olan iki prensipten bahsetmektedir. Bunlar; devamlılık ve etkileşimdir. Deneyimde devamlılığın anlamı; her deneyimin daha önceki deneyimlerden bir şeyler alması ve kendinden sonra gelecek deneyimlerin niteliğini de bir şekilde değiştirmesidir. Etkileşim ise esasında deneyimi etkileyen nesnel ve içsel koşulların altını çizmektedir. Çünkü deneyim bu iki koşullar kümesinin karşılıklı etkileşimi sonucu oluşur. Buna paralel olarak devamlılık ve etkileşim prensipleri de birbirinden ayrı düşünülemez. Birbirleriyle kesişirler ve bütünleşirler. Farklı durumlar birbiri ardına gelir yani devamlılık gösterir ve bu durumlar bireyin içinde bulunduğu içsel ve dışsal koşullardan etkilenir. İşte tam da burada deneyimin yeniden inşasının ne olduğuna geri dönersek eğer şu şekilde açıklayabiliriz sanırım; her deneyim kişiyi daha sonra tecrübe edeceği daha derin ve kapsamlı nitelikteki deneyimlere hazırlamak için bir şeyler yapmış olmalıdır. Yani her deneyim devamlılık arz etmiş, içsel ve dışsal koşullardan beslenmiş ve bir sonraki adım için yeniden yapılanmıştır. Buraya kadar her şey tamam. Devamlılığın da, etkileşimin de deneyim için önemli olduğu, deneyimin ise eğitim için mühim olduğu konusunda hem fikir olduk sanırım. Peki, sizce her deneyim eğitimde istenilen ideal sonuca ulaşmak için yeterli mi? Tabii ki de hayır. Bu yüzden bu noktada eğitimsel olarak kıymetli olan ve olmayan deneyimler karşımıza çıkmaktadır. Dewey’ bu kilit noktayı da çok güzel ifade eder; “ Her deneyim bir itici güçtür. Değeri sadece nereye doğru ittiği bağlamında anlaşılabilir.” der. Şimdi sizler de şöyle diyebilirsiniz; “ Peki çocuk deneyiminin eğitimsel olarak kıymetli olduğunu ya da olmadığını nereden bilecek ki kendini yönlendirecek?”. Haklısınız. Ama meraklanmayın Dewey buna da cevap vermiştir. Eğitimci rolündeki bireyde deneyim olgunluğunun bulunmasını şart koşmuş ve bir deneyimin hangi yöne doğru gittiğini görme görevini eğitimciye yüklemiştir. Yani biz eğitimcilerden deneyim için uygun koşulu yaratmanın yanında aslında istenilen sonucu almamız için tabiri caiz ise elimizi biraz da taşın altına koymamızı istemiştir. Zaten eğitimcinin de asıl işlevi burada ortaya çıkmaktadır. Aksi takdirde, eğer eğitimci derin bakış açısını henüz olgunlaşmamış öğrencilerinin deneyim koşullarını düzenlemelerine yardımcı olmak için işe yarar bir şekilde kullanmayacaksa, kendisinin olgun olmasının hiçbir anlamı yoktur. Zaten bu deneyim prensibinin kendisine sadakatsizlik göstermek demektir. Bu şekilde baştan beri anlattığımız devamlılık ilkesine yani kendisinin geçmiş deneyimlerinden almış olması gereken anlayışa ihanet eder. Aynı zamanda deneyim olgunluğunu yeri geldiği zaman öğrencilerden esirgemek ile onlara haksızlık eder.
         Gelelim ben bu kadar şeyi niye anlattım size? Yazının başında da söylediğim gibi daha on yaşındaydım “eğitim” kavramı üzerine düşünmeye başladığımda. Evet, belki de kimilerine abartılı gelmişti başta verdiğim bu yaş aralığı. Zaten ben de şu an aldığım öğretmenlik eğitiminin çekirdeğini oluşturan öğrenci odaklı eğitim sisteminin temellerini atmış John Dewey’in yaklaşımını inceleyene kadar geldiğim noktanın yıllar önce yaşadığım bu minik deneyimimin ürünü olduğunu bilmiyordum. Bence öğretmenim de o gün arkadaşının yüzüne çöp atan öğrencisinin bugün alacağı unvanının anlamını bu denli benimsemiş bir eğitimci adayı olacağını bilmiyordu, bilemezdi. Kim bilir bilse ne kadar mutlu olurdu?
         İstedim ki bu yazı bunca zaman ürettiklerimin ve üreteceklerimin esin kaynağı olan biricik öğretmenime belki de ödemekte biraz geç kaldığım vefa borcumun bir nişanesi olsun. Sizin için ise isterim ki; bunca zaman defalarca kullandığınız ama yüksek ihtimal bir kere bile oturup sorgulamadığınız şu “eğitim” ve “deneyim” kelimelerinin üzerine düşünmeniz için bir vesile olsun.

Koza Dergisi\Eğitim