18 Ocak 2015 Pazar

Salinger’ın Yakalayıcısı: Holden Caulfield



                Holden Caulfield, kendi çavdar tarlasının yakalayıcısı; Salinger’ın, Robert Burns’ün mısralarından yakalayıp çıkardığı anti kahraman.
                “ Büyük bir çavdar tarlasında oyun oynayan çocuklar getiriyorum gözümün önüne. Binlerce çocuk, başka kimse yok ortalıkta –yetişkin hiç kimse yani- benden başka. Ve çılgın bir uçurumun kenarında durmuşum. Ne yapıyorum, uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyorum. Nereye gittiklerine hiç bakmadan koşarlarken, ben bir yerden çıkıyor, onları yakalıyorum. Bütün gün yalnızca bu işi yapıyorum. Ben, çavdar tarlasında çocukları yakalayan biri olmak isterdim. Çılgın bir şey bu, biliyorum ama ben yalnızca böyle biri olmak isterdim.”
                Holden, kendi çavdar tarlasının yakalayıcısı olmak için verdiği çabanın öyküsünü bir hastaneden aktarır. Bu öykü, geçen Noel tatilinden önceki üç günlük döneme yerleştirilmiş olaylar örgüsüdür. Anlatıya, Pencey Hazırlık’tan ayrıldığı daha doğrusu kovulduğu günden başlar. Pencey Hazırlık, onun için ilk olmayan muhtemelen son da olmayacak kasıntı okullardan birisidir. Daha ilk sahnede ayrıklığı göze çarpan Holden, Thomson Tepesi’nin zirvesinde tek başınadır. Akranlarından ayrılmıştır, yabancılığını ve etrafındaki sahte dünyaya olan tiksintisini dile getirir. Uygulanış şeklini saçma bulduğu için kalmayı tercih ettiği derslerinden, zavallı olduğunu düşündüğü yurt arkadaşlarından, fosilleşmiş beyinlerinden yakındığı öğretmenlerinden, bencil oda arkadaşından bahseder. Tüm bunlardan bahsederken on altı yaşındaki genç bir adamın üslubuna sahip, hoşnutsuz ve beklentilere karşı isyankârdır. İsyan ettiği şeyler bazen birinin arkasından“ iyi şanslar!” diye bağırması kadar olağan ama sorgulayıcıdır.
“Umarım o lanet sözü söylememiştir. Ben kimsenin ardından  ‘iyi şanslar!’ diye bağırmam. O ne korkunç bir sözdür, bir düşünürseniz.”
                Caulfield oldukça ikircikli bir karakterdir. Fiziksel betimlemesi bile kişiliğini oluşturan zıtlıkları sergiler. On altısında; çelişkili duygularıyla, çocukluk ile yetişkinlik arasında kalmış bir genç adamdır. Bu çelişkili yapısının sebebi, yer yer küçümsediklerine dönüşmesinde saklıdır. Holden’ın çelişkilerinin en dikkat çekeni yalandan, sahtecilikten nefret edip, bir taraftan da bunlara izin vermesidir. Hatta kimi yerlerde kendini “en büyük yalancı” ilan edecek kadar da ileri gider. Canı sıkıldığı zaman hiç çekinmeden yalan söyleyip bunu “ matrak” bir şey olarak değerlendirebilmektedir. Okura tutarsız gelen bu satır araları aslında Holden’ı gerçek hayat karakterlerine yaklaştıran faktördür. Salinger’ın anti kahramanında bu kadar çelişkiyi bir araya getirmesinin bir başka amacı da kurmak istediği dengeyi yapılandırma istediğidir.
                Salinger, bu dengeyi yapılandırırken Holden’ı bir yandan da hayatındaki masumiyet sembolleriyle besler. Ölen erkek kardeşi Allie, kız kardeşi Phoebe, yazları aynı sitede oturdukları Jane –ki aslında Holden ona âşıktır- ve Allie’nin beyzbol eldiveni… Bu simgelerin oldukça çarpıcı bir şekilde işlendiği kısım şüphesiz ki Holden’ın, bencil oda arkadaşı Stradlater’in Jane ile beraber olduğunu öğrendiği bölümdür. Arkadaşı, Jane ile buluşmaya gitmeden önce Holden’dan kendisi için bir kompozisyon yazmasını ister. Bunun üzerine Holden bir zamanlar erkek kardeşi Allie’ye ait olan ve üzeri şiirlerle dolu beyzbol eldivenini betimleyen bir yazı yazar. Kompozisyon yazdığı sırada Holden erkek kardeşini üç yıl önce lösemiden kaybettiğini açıklar. Bu durumu umursamaz bir şekilde anlatması okurun Holden’ın ızdırabıyla karşılaşmasının ilk anıdır.
                “ Ne yapayım, ben de oturdum, kardeşim Allie’nin beyzbol eldivenini yazdım. Felaket betimsel bir konuydu. Eldiveninin betimsel özelliği, bütün parmaklarına ve el üstü cebine kardeşimin şiirler yazmış olmasıydı. Bunları beyzbol alanında, tepesinde eli sopalı bir vurucu olmadığı zamanlarda okumak için yazmıştı. Kardeşim öldü. 18 Temmuz 1946’da, lösemiden. Daha yeni on üç yaşına girmiştim, beni psikiyatriste falan götürmüşlerdi, garajın camlarını kırdığım için. Allie’nin öldüğü gece garajda yattım, tüm lanet camları da yumruğumla kırdım, hıncımı almak için. “
                Aslında Allie’nin ölümü Holden’ın tüm özelliklerinin ve tepkilerinin perde arkasıdır. Allie, Holden’ın anılarında onun çok değer verdiği ama kaybettiği bir şeye sahiptir; masumiyet. Holden masumiyeti, kardeşinin öldüğü gün kaybettiğini düşünmektedir ve onları kopmaz bir bütün olarak kabul eder. Bu kabul, erkek kardeşinin Holden’ın gözünde idealize olmasına neden olur. Bu yüzdendir ki Holden için yetişkin olmak Allie’ye sırt çevirmektir ve yine bu yüzden yetişkin olursa kendi masumiyetiyle de bağlarını koparmış olacaktır.
                Allie’yi anımsayarak kederlenen ve Jane’nin Stradlater ile beraberken masumiyetini kaybedeceğini düşünüp hayal kırıklığı yaşayan Holden, oda arkadaşıyla kavgaya tutuşur. Öfkesine karşın zayıf olan bedeni bu kavga işini beceremez ve kan revan içinde bavulunu toplayıp o gece Pencey’yi terk eder. Bu bir nevi hayal kırıklıklarından kaçma eylemidir.
                Holden’ın etrafındaki dünyaya isyanı, insanoğlu hakkında bir yargı içerir. O, dünyayı biz ve onlar olarak ikiye ayırır ama biz dediği taraf yalnızca kız kardeşi Phoebe’yi ve ölen erkek kardeşi Allie’yi kapsayan küçük bir takımdır. Apar topar terk ettiği Pencey’den sonraki üç günlük New York macerasında bu takımı arkasına alır Holden ve gerçek dünyaya karşı onlarla beraber savaşır.
                Okuldan atılma haberi ailesine ulaştığı anda evde olmamak için bir otele yerleşmeye karar verir. New York merkezine ulaştıktan sonra köhne bir otelden bir oda tutar kendine. Bu otel onun tasvirinden tiksinti duyduğu yetişkinler dünyasının iyi bir örneklemidir. Farklı karakterden insanlarla dolu oteli sapıklarla dolu olarak nitelendirir. Ve bu yetişkinler dünyasının akışına hızlı bir giriş yapar. Geceleri kulüpte zaman geçirir, hesabı ona yıkmaya çalışan kızlarla beraber olur, sarhoş olmaya çalışır. Holden, masumiyete önem vermekle beraber, yetişkinlerin dünyasına ve onlara ait durumların da çekimine kapılır. Gece kulüpleri, alkol, kızlar, arabaların arka koltukları onu cezbeder. Kendini bir kez böyle bir durumun içerisinde bulunca da üstesinden gelemez. Bu zamana kadar dış dünyaya kapalı yaşadığı için Holden’ın Allie’den başka öğüt alabileceği kimsesi de kalmamıştır. Ama Allie’nin de bu yetişkin durumlar içim önerecek bir çözümü yoktur. O yüzden Holden, onlardan ve kendini Allie’nin hiçbir zaman gitmediği yerlere götüren dönüşümlerden çekinir. Yabancılaşır.
                Yabancılaşmasını, yetişkin toplumu küçümseyerek ve onlarla uzlaşmayı redderek savunur. Holden’ın aşağılaması sadece yetişkinlere yönelik de değildir. Yaşıtlarını ve kendinden genç olanları da aynı derecede sahtekâr olmakla suçlar. Holden’ın asıl savaşı yaşayanlarladır; saf ve temiz erkek kardeşinin yoksun bırakıldığı hayatı yaşamayı devam edenlerledir. Etrafındakilerin yaşam kalitesini kendine ait ahlaki değerlerle değil Allie’nin ahlak kurallarıyla ölçer. Bu yüzden yetişkinlerin dünyasında kendisine yer bulmakta güçlük çeker. Dünyanın, onu kendi koşullarıyla kabullenmesini istemesine karşın en sonunda onunla uzlaşmak zorunda kalacağını da bilmektedir. Aslında New York’taki hafta sonu onun son kaçışıdır, bu bir yetişkin kaçışıdır ve Holden’ın yüzleşmek zorunda olduğu gerçeği gizlemektedir: artık büyümüştür ve uzlaşma zamanı gelmiştir.
                Holden, New York’ta birbirini takip eden diğer günlerde daha büyük zıtlıklarla ve sorunlarla dolu mekân ve karakterlerle karşılaşır. Sahteliğin aynası olan üst sınıf yatılı okullar ve Doğu Yakası’ndaki apartman hayatları, köhne otel odasındaki öteki yaşamlarla çarpışır. Bay Spencer’ın burun damlası kokan yatak odasının çıplak gösterişsizliği, Bay Antolini’nin bir kokteyl partisinin artıklarıyla dolu dairesinin zenginliğiyle tezattır. Bir sahnede gece kulübünde sarhoştur, diğer sahnede okul bahçesindedir.
Başka bir sahnede de asansörcünün beş dolar karşılığında Holden’a ayarladığı kız vardır. Kız oldukça küçüktür ve bu durum Holden’ın canını sıkmıştır. Onunla sadece konuşmak istediğini söyler ve parasını öder. Kız bu durumu umursamaz parayı alır gider. İlerleyen dakikalarda kız ve asansörcü parayı eksik verdi diye Holden’ın kapısına dayanır. Hâlbuki Holden ödemeyi tam yapmıştır ve bu fazladan istenen parayı ödemek istemez. Asansörcü ile kavgaya tutuşurlar ve adam parayı zorla Holden’dan alır. Bu iki karakter Salinger’ın tanıttığı en ahlaksız ve yozlaşmış iki karakterdir. Eğer Holden kendinden istenen o fazladan beş doları vererek kavgadan kaçmış olsaydı, bu, adım atmak üzere olduğu dünyanın sahtekârlık, yalancılık ve bayağılık ile dolu olduğunu kabul etmesi anlamına gelecekti. Ardı ardına değişen sahneler Holden’ın çelişkilerini ve iç çatışmalarını arttırır. Holden, çocukluğunu bir kenara bırakmaya hazırlanır ama girmek üzere olduğu dünyada hiçbir iyi nitelik olmadığını görür, umutsuzluğa sürüklenir.
                Bu umutsuz düşüş sırasında Holden iki tane rahibe ile tanışır. Durumları bir önceki sahnedeki kızı n ve asansörcünün tam  zıttıdır. Holden bu iki rahibeye oldukça samimi yaklaşır. Onlara yaptığı on dolarlık bağış, asansörcü ile yaptığı kavgayı yücelterek neredeyse soylulaştırır. Bu iki rahibe, Holden’ın karşılaştığı ve hiç değerlendirme yapmaksızın gerçekten saygı duyduğu ilk yetişkin karakterlerdir. Onların sadeliği Holden’a sahtekâr olmadan da yetişkin olunabileceğini sezdirir. İşte bu nokta, Holden için geçiş noktasıdır. Rahibeler ile karşılaştığı andan itibaren sorumluluk almaya ve değişmeye başlar.
                Rahibelerden ayrıldıktan sonra Broadway’de yürürken bir çocuk görür Holden. Anne babasının arkasından, kaldırımdan değil de yolun kenarından yürüyen bir çocuk. Aynı zamanda bu çocuk Robert Burns’ün “eğer biri birini çavdar tarlasında yakalarsa” şarkısını söylemektedir. Bu Holden için uçurumun ucundaki çocukları yakalama metaforuna meydan okumaktır. O tehlikenin ve trafiğin içinde ailesinin dikkat etmediği bir çocuk… Holden, tuhaf bir şekilde paniğe kapılmaz ve ilgisizlikleri yüzünden aileyi suçlamaz. Aksine yakalayıcı olmak yerine masumiyeti takdir eder ve sahneyi gülümseyerek izler.
                Bu masumiyeti takdir ediş anı bir başka sahnede daha karşımıza çıkar. Holden, kız kardeşi Phoebe için bir cazz plağı almıştır ancak onu Central Park’ta gezindiği bir gün düşürüp kırar. Üzgün ve umutsuz bir halde parçaları toplar ve kız kardeşini görmek için gizlice eve girmeye kara verir. Gizlice eve girer ve Phoebe’nin uyumakta olduğu odaya ilerler. Yanında kırık plağı da getirmiştir. Plak parçaları, geçmişin bir daha geri gelmeyeceğine dair çok tanıdık bir Salinger sembolüdür. Odaya girdiği zaman kız kardeşi uyuyordur, Holden da bir süre onu izler. Phoebe uyandığı zaman kırık plak parçalarını kabul eder ve aralarında romanın en gerçek konuşması başlar; bu Holden’ın yargılama yapmadığı tek konuşmadır.
                Phoebe henüz on yaşındadır ancak bu ani gece ziyaretinin Holden’ın okuldan atılmasının bir sonucu olduğunu hemen kavrar. Holden’a isyan etmeye başlar ve sorumsuzluğu yüzünden ona meydan okur. Onu, hiçbir şeyi sevmemekle suçlar. Holden’ın bu suçlamaya itiraz etmesi üzerine Phoebe ondan sevdiği tek bir şeyi söylemesini ister. Holden’ın aklına gelen ilk şey Allie’dir. Biraz daha düşündükten sonra Phoebe’ye çavdar tarlasındaki yakalayıcı olma hayalinden bahseder. Bu, oynayan çocuklarla dolu bir çavdar tarlasında Holden’ın tek yetişkin olduğu bir düştür. Çocukların boylarını geçen çavdarlar tehlikeli bir uçurumu gizlemektedirler. Holden kendini bu çocukların uçuruma düşmesini önlemekle sorumlu kılar, onları korur.
                Ağabeyinin heyecanlı düşünü dinleyen Phoebe sessizliğini bozar. Holden’a Allie’nin artık öldüğünü ve Holden’ın düşlediği mısrayı yanlış hatırladığını söyler. Holden’ı düşünden uyandırır.
“O şarkıyı biliyor musun, hani, ‘Yakalarsa birini biri, çavdarlar arasında’ diye? Ben işte..”
“ O öyle değil, ‘Rastlarda birine biri, çavdarlar arasında’ olacak! Şiir bu, Robert Burns’ün.”
Phoebe doğru söyler, Holden yanlış hatırlıyordur. Biri birini karşılar ifadesi biri birini yakalar ifadesi ile yer değiştirdiğinde Holden için şiirin taşıdığı anlam da değişmiş olur. Çocukları yetişkin hayatının tehlikelerine düşmemeleri için yakalamak, onları kurtarmaktır. Ama karşılamak, paylaşmaktır ve bu da bir ilişkidir. Bu açıdan bakıldığında Holden’ın bütün yolculuğu, Burns’ün mısrasını aktarırken yaptığı yanlışı keşfetmesi üzerinedir. Mücadelesi ancak yakalamak ile karşılamak arasındaki farkı anladığında sona erer.
Bundan sonraki sahneler Holden’ın çocukluktan yetişkinliğe geçme anı için bir bağ görevi görür. Aklı karışan Holden sorumluluktan kurtulmak ister ve bunun üzerine Colorado’ya kaçmaya karar verir. Yakalayıcı olma planı sağır ve dilsiz rolü yaparak yaşama düşüne dönüşmüştür. Bunu kız kardeşine açıklar. Phoebe buna tepsi gösterir ve onunla geleceğini söyler. Kız kardeşine itiraz eden Holden ile Phoebe arasında bir tartışma başlar. Ama Holden böyle bir mücadeleye hazır değildir. Kız kardeşi onunla konuşmayı redderek ve kendisine dokunmasına izin vermeyerek rollerin değişmesini sağlar. Artık, Phoebe ağabeyinin yerine geçmiş, Holden’ı bir yetişkin gibi kendiyle uğraşmaya zorlamaktadır.
Mücadele devam ederken Holden kız kardeşini ikna etmek için bir anlaşma atar ortaya. Onun okula geri dönmesine karşın Holden da eve dönecektir. Ama bu karşılamak değil, yakalamaktır ve Phoebe de Holden’ın samimi olduğuna inanmaz. Bunun üzerine Phoebe ağabeyine ne yaparsa yapsın okula asla dönmeyeceğini söyler ve susmanın ister. Bu Holden için sert bir tokattır. Holden değişir.
Son sahne, Holden’ın yetişkinliğe geçiş eşiğini atladığı sahnedir artık. Kız kardeşinin onu reddetmesine karşın, biraz olsun onu yumuşatmak için öğleden sonrayı beraber geçirebileceklerini söyler ve ona Central Park’a gitmeyi teklif eder. Ağabeyinin olgun yaklaşımına karşın Phoebe hala rolleri değiştirme taraftarı değildir ancak Holden’ı da usul usul takip etmektedir. Holden sükûnetini bozmaz ve ona uyum sağlamaya devam eder. “Yine de onu izledim. Onun beni izleyeceğini biliyordum.” Bu yalnızca, Holden Caulfield’ın yetişkinliğe geçtiği an değildir. Bu insanları yakalamaktan vazgeçip karşılamaya başladığı kırılma anıdır aynı zamanda.
İsyanından vazgeçen Holden uzlaşır. Kız kardeşine duyduğu sevgi onu uzlaşmaya iter. Ancak bu uzlaşma bir teslimiyet değil aksine dengedir. Salinger’ın başından beri çelişkili anti kahramanı aracılığı ile yakalamaya çalıştığı bir dengedir. Çevresindeki dünya tarafından boyun eğdirildiği için ya da olgunluğun erdemini anladığı için yetişkinliğe geçmemiştir. Holden Caulfield artık bir yetişkindir, çünkü kız kardeşinin buna ihtiyacı vardır.
İki kardeşin uzlaşmasından sonra Phoebe atlıkarıncaya biner, Holden kardeşini izler. Bunu yaparken aralarındaki bağ oldukça görkemlidir. Kendisini Allie’ye bağlayan masumiyetin kız kardeşinde cisimleşmesine şahit olur. Holden, Phoebe’yi bulurken Allie’yi serbest bırakır, onun değerlerinin ve saflığının şimdi kız kardeşinde yeniden doğmuş olduğunu görür. Ölüleri serbest bırakarak yaşayanları kucaklar. Böylece Holden kendi ile bağlantı kurar. Phoebe’yi bir yetişkin gibi seyreder. Phoebe çok güzel görünmektedir ve kendi masumiyetinin bir kalıntısını da taşımaktadır. Holden, bu değerleri korumuş olduğunun farkına varınca sevinç ve rahatlamayla ağlamaya başlar. Sahtekâr olmadan da yetişkin dünyasına girebileceğini anlar. Bir yetişkin olarak da kıyak bir adam olabilecektir.
J. D. Salinger için Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı yazmak bir arınma eylemidir. Salinger, uzun yıllarını II. Dünya Savaşı’nın en ateşli cephelerinde, erler içinde geçirmiştir. Bu kitap onu savaşın omuzlarına yüklediği yükten kurtarır. Savaşın karanlık ve ölümle dolu korkunç anlarının etkisi sonucu Salinger’ın inancının kırılması, Holden’da erkek kardeşi Allie’nin ölümünün neden olduğu inanç kaybıyla yansıtılmıştır. Tıpkı Allie’nin hayaletinin Holden’ın peşini bırakmaması gibi ölen arkadaşlarının anısı da yıllarca Salinger’ın peşini bırakmamıştır. Bu anlamda Allie’nin anısı Holden’ı durgunlukta tutarken, Phoebe ile birleşmesi onu yaşama bırakır ve Salinger’a da nefes aldırır.
Holden Caulfied’ın mücadelesi Salinger’ın ruhsal yolculuğunun aynasıdır. Hem yazarda hem de karakterde kırılma aynı noktadadır; parçalanmış bir masumiyet. Holden’ın tepkisi yetişkin sahtekârlığını ve uzlaşmacılığını küçük görmesidir. Salinger’ın tepkisi ise kişisel umutsuzluktur,onun sayesinde gözleri insan doğasının daha karanlık güçlerine açılmıştır.
Her şeye rağmen, Çavdar Tarlasında Çocuklar’ın son satırlarında her ikisi de taşıdıkları bu yüklerle uzlaşmaya varırlar. Holden Caulfied, sahtekâr olmadan ve değerlerini kaybetmeden yetişkin olabileceğini fark ederken,  J.D.Salinger da kötülüğü bilmenin mutlaka belayı getirmek zorunda olmadığını sonunda kabul eder. Birbirinin yakalayıcısı olan bu iki adam böylece yüklerine veda ederler.
“Pek çok insanın hakkında konuştuğum için üzgünüm. Bildiğim tek şey, size anlattığım herkesi biraz özlüyorum. Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra.”


Yararlanılan Kaynaklar:
J.D. Salinger, Çavdar Tarlasında Çocuklar, (YKY, 2013)
Kenneth Slawenski, Üzüntü, Muz Kabuğu ve J.D. Salinger, (Sel Yayıncılık, 2011)
Joseph Campbell, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, (Kabalcı Yayıncılık, 2013)

Abdullah Şevki, Edebiyat ve Yorum, (Havuz Yayınları, 2009)

25 Kasım 2014 Salı

Mezardan Bir Sada: Beşir Fuad




            “Muharririn-i Osmaniye’den Beşir Fuad Bey, evvelki gece, Bab-ı Ali civarında Nallı Mescid mahallesinde vaki hanesinde facialı bir surette intihar etmiştir.”
                         (Tarık Gazetesi, 1887)

            İşte bu ölüm ilanından tam 35 yıl önce, 1852’de İstanbul’da dünyaya gelir Beşir Fuad. Babası Hurşit Paşa, Adana'da mutasarrıflık yapmakta o ise annesi Habibe Hanım ile İstanbul’da yaşamaktadır. İlk çocukluk çağını varlıklı bir ailenin imkânları sayesinde iyi bir şekilde geçirir ve eğitimine Fatih Rüştiyesi’nde başlar. Ancak bu dönemde babasının Suriye’de görevlendirilmesi üzerine ailesi ile birlikte İstanbul’u terk eder ve yarım kalan eğitimini Cizvit Mektebi’nde tamamlar. Askeri İdadî'ye başlaması ile İstanbul’a geri döner ve buradan mezun olmasının hemen ardından da Mekteb-i Harbiye'ye girer. 1873 yılında Mekteb-i Harbiye’yi bitirince yaver olarak Abdülaziz'in sarayında görev yapmaya başlar. Yaverliği sırasında Osmanlı-Sırp savaşlarında, yaverliğinin sona ermesinden sonra da Osmanlı-Rus savaşları ile Girit İsyanı’nın bastırılmasında gönüllü olarak yer alır. Ardından beş yıl boyunca Girit’te kalır ve bu süre zarfında Almanca ve İngilizce öğrenir. 1881’de kolağası rütbesi ile İstanbul’a kesin dönüş yapar. Birkaç yıl daha askerlik sahasında çalışmayı sürdürür.
            Takvimler 1883’ü gösterdiğinde ise Beşir Fuad kalemini, kâğıdını eline alır ve belki de kendisinin bile tahmin etmediği bir yazı hayatının ilk satırlarını karalamaya başlar. Bu karalamalar, dönemin Enver-i Zekâ adlı dergisindeki çeviriler ve de aynı zamanda felsefe ve fizyolojiye ilişkin yazdığı makaleler olarak karşımıza çıkar. Yazı işlerini yoğunlaştıran Fuad, 1884 yılında iki dergi çıkarır. Bunların ilki karışık bir kadroyla kurulan ve daha dördüncü sayısında yazarlar arasındaki görüş farkları yüzünden kapanan Hâver, diğeri ise daha uyumlu bir kadro ile fen ağırlıklı olarak yayımlanan Güneş'tir. Ancak bu da on ikinci sayısında maddi sorunlar yüzünden kapatılacaktır.
            Beşir Fuad’ın Güneş ile adını duyurmaya başladığı günlerde Ahmet Mithat da Tercüman-ı Hakikat’te yazmaktadır. Her zaman genç kalemleri destekleme taraftarı bir yazar olduğu için makaleleri yakından takip eder. İncelediği makalelerde diline, bilgisine ve değindiği konulara hayran kaldığı yazıların altında hep aynı imzayı görmektedir; Beşir Fuad. Bu gencin başarısını görmezden gelemez ve elinden geldiğince kendi yazıları vesilesiyle de destek olmaya çalışır. Daha da yakından takip etmeye başlar ve onunla tanışma arzusunu bildirir çevresindekilere.
            Ahmet Mithat’ın bu arzusu Tercüman-ı Hakikat’ın çalışma odasında oturduğu bir günde gerçekleşir. Yazdıklarından ötürü bir tıp öğrencisi, isminden ötürü de bir Arap delikanlısı olduğunu düşündüğü Beşir Fuad, gayet yakışıklı bir asker olarak belirir kapısında.  Küçük bir tanışma faslından sonra koyu bir sohbete girişir ikili. Edebiyat, bilim, siyaset ve dünya görüşleri etrafında şekillenen bu ilk sohbet Ahmet Mithat ile Beşir Fuad’ın dostluklarının temellerinin atıldığı gün olur aynı zamanda.
            Birbirini takip eden günlerde yazı işlerini daha da yoğunlaştıran Beşir Fuad askerliği bırakma isteğini açar Ahmet Mithat’a. Dostunun iyi bir asker olduğunu ve devletin böyle bir askere her daim ihtiyacı olduğunu düşünmesine rağmen Mithat onu desteklemez ancak Fuad’ın fikrini de değiştiremez. Böylece 1884 yılında istifasını teslim eder Beşir Fuad. Hemen ardından Ceride-i Havadis gazetesinin başyazarı olur. Ancak gazete bir buçuk ay sonra bir ihbar yüzünden kapatılır. Bunun üzerine Beşir Fuad da dönemin önde gelen gazetelerinden olan Tercüman-ı Hakikat ve Saadet'te yazmayı sürdürür.
            Bu geçen süre zarfında Fuad’ın heybesinde biriktirdikleri artık ortaya çıkmaya başlar. Hem Girit günleri hem de çeviri eserleri sayesinde fazlaca alakadar olduğu batı edebiyatı onu daha da kendine çeker. Bu çekim Fuad’ın, dönemin sanat ve fikir akımları ile etkileşim içine girmesine sebep olur. Pozitif bilimlere önem veriyor olması aynı zamanda da döneminin yazar ve şairlerini fazla hayalperest bulması onu materyalizme yaklaştıran en önemli iki neden olur. Bu konuda dostu Mithat ile ciddi anlamda görüş ayrılıkları yaşarlar. Ancak Fuad fikirlerinde ısrarcıdır. Çünkü onun asıl meselesi; hayal ve mübalağadan başka bir şey olmadığını düşündüğü divan şiiri ve bu tarzda şiir yazmaya çalışan şairlerledir. Bu uğurda 1885 yılında yazdığı Victor Hugo adlı eseri Türk edebiyatının ilk eleştirel biyografisi olarak anılır. Hemen ardından 1886 yılında kaleme aldığı Voltaire adlı biyografi de tartışmaların büyümesine ve böylece Muallim Naci ve Fazlı Necip ile hararetli mektuplaşmaların başlamasına neden olur. Bu mektuplaşmalar daha sonra İntikad (Muallim Naci ile olan mektuplaşmaları) ve Mektûbât (Fazlı Necip ile olan mektuplaşmaları) adlı eserlerde toparlanarak yayınlanacaktır.

“          Mezardan bir sada!
            Ey Hâkim!
            Ber-hayat iken pek çok lütuf ve iltifatınızı görmüştüm; hissiyat-ı minnettaranemi son nefesime kadar muhafaza eylediğimi isbat etmek için kalemimden çıkan son satırları size hitaben yazıyorum.
            Şu mektubu aldığınız vakit, elbette intihar ettiğimi de haber almış olacaksınız. (…) İntihar niyeti bende iki seneyi mütecaviz oluyor ki, mevcuttur. (…) “

            Beşir Fuad bu satırlar ile başlar, intiharından önce Ahmet Mithat’a hitaben yazdığı mektuba. Ardından çıkabilecek yalan yanlış haberleri engellemek adına, işin aslını dostu için kaleme alır. Mektubun sonuna ‘Sebeb-i İntiharım’ diye bir ek iliştirmeyi de ihmal etmez. Çünkü bu intihar onun için bir buhranın neticesi değil benimsediği fikirleriyle hayatının son verme törenidir.
            İntiharının nedenlerini anlatmaya şu cümleyle başlar Beşir Fuad: “Validem tecennüm etmişti.”(Arapça kökenli bir sözcük olan tecennüm, delirme anlamına gelir.) Bu durum onu ilk anda pek sarsmaz, annesini tedavi ettirmek için elinden geleni yapar. Ancak annesinin intihara ve şiddete meyilli tavırları evde kalmasına engeldir. Aynı zamanda annesinin ölümü halinde Fuad’a yüklü bir servet kalacaktır. Bu durum çevresi tarafından da bilinir. Servete sahip olmak için annesinin ölümüne izin verdiği gibi bir şüpheye yer vermemek için onu Darü’ş-Şifa’ya yatırır. Vermek zorunda kaldığı bu karar ve bununla birlikte annesine ait davalarla uğraşmak da Beşir Fuad’ın ruh sağlığını tamamıyla bozar. Doktoru yardımına koşar. Ona hayli ilginç tedavi yöntemleri sunar. Beşir Fuad’a beynine sülük yapıştırmasını ve kendini eğlence hayatına vererek kötü düşünceyi aklından defetmeye çalışmasını tavsiye eder. Fuad da bir taraftan sülükleri beynine yapıştırır, diğer taraftan da sefahate başlar. İstanbul’un gece hayatına da tedavi amaçlı bir giriş yapar. Derken bu sefahat hayatında karşısına çıkan çaresiz bir kadını ona yardım etmek maksadıyla kendisine metres olarak tutar ve on sekiz aylık bir beraberlikten sonra ilişkisini bitirir. Bu ayrılığın ardından bir başka aşk daha yaşar Beşir Fuad. Bu kez beklenmedik şekilde baba olacağı haberini alır ve bir süre sonra da kızı dünyaya gelir. Fakat Fuad evlidir, iki de oğlu vardır. Artık iki ev arasında gidip gelen bir hayat başlar Fuad için. Ancak durum öyle bir hal alır ki ne karısını ne de metresini memnun edebilmektedir. Bu içinden çıkılmaz durum neticesinde melankoliye saplanmak yerine kendince daha akılcı bir çözüm bulur Fuad; intihar edecektir. Oturur hesap yapar. Ve bu hesaplama sürecini de şöyle dile getirir ‘Sebeb-i İntiharım’ın son satırlarında:

            “Binaenaleyh daha bir senelik yaşayabildiğim müddetçe böyle yaşarım ve mümkün olmadığı anda intihar eldedir dedim. Ve böyle bir neticenin muhakkak olması, beni asla eğlencemden menetmedi. Âdeta bu fikri, yaz gelirse Kâğıthane’ye gideceğim gibi telakki ettim.
            Servetimin hepsini telef ettim. Bin beş yüz lira kıymetinde akar olarak malım var. Bunu dörde taksim ettim. Birini zevceme, ikisini iki oğluma ve dördüncüsünü metresimden olan kızıma terk ettim. Bu parayı ben bir, nihayet iki senede bitirebilirdim. Sonra çocuklarım açıkta kalacaktı. (…) Bundan başka iki tarafın da ağlaması beni bizar etti. İntihar vasıtasıyla kendimi bu halden kurtardım. İşte telef-i nefs  etmekliğim bundan neş’et etti.”

            Artık Fuad, planladığı sürenin finaline gelmiştir. O güne de bir önceki günün aynısı olarak başlar. Tercümanı Hakikat’te geçirir gününün tamamını. İlerleyen günlerde yayınlanacak olan yazılarını tamamlar, sonra Ahmet Mithat için hazırladığı mektubunu ona bir gün sonra ulaştırması için arabacısına teslim eder. Ardından evine gider ve odasına çekilir. Birkaç gün evvel tedarik ettiği kokaini, kalemini ve kâğıdını masasının üzerine yerleştirir. Son iş olarak da intiharından sonra gelecek görevli için bir mektup kaleme alır.

            “Canib-i zabıtadan gelecek tahkik memuruna!
            Size anlatmaya mecbur olmadığım bazı esbabdan dolayı, terk-i hayata mecburiyet gördüm. Kendi kendimi öldürdüm. Benim yazım ve imzam, âlem-i matbuatta bulunan muharirlerce malumdur. Binaenaleyh beyhude işgüzarlık edeceğim diye, zaten matem içinde bulunan familyam azası hakkında, bilüzum tahkikata girişip de onları iz’ac etmeyiniz. Şu itirafnamem intiharın vukuunu müsbittir. Sizin vazifeniz bu kağıdı alıp bir jurnalle makamına takdim etmekten ibarettir.
            Vücudumu teşrih olunmak üzere Mekteb-i Tıbbiye’ye teberruan bahşettim. Cenaze oraya nakil olunmalıdır.”
           
            Evet, artık hazırdır Beşir Fuad. Tıpkı Ahmet Mithat’a yazdığı mektuptaki bu satırlar gibi tatbik eder intiharını.

            “ İntiharımı da fenne tatbik edeceğim; şiyarladan birinin geçtiği mahalde cildin altına ‘klorit kokain’ şırınga edip buranın hissini ibtal ettikten sonra orasını yarıp şiryanı keserek seyelan-ı dem tevlidiyle terk-i hayat edeceğim.
            Kan akmakta iken her zaman şiryanı sıkıca tutarak vesair tedbire müracaat ederek muhafaza-i hayat mümkün olduğu halde azmimden nükûl etmeyeceğim!”

            . O kadar soğukkanlıdır ki bu esnada odasının kapısına gelen baldızını yazı yazdığı bahanesi ile gerisin geriye gönderir. Ve ardında da kalemi son kez gider kâğıdına.

            “Ameliyatımı icra ettim, hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım aşağıya indi. Yazı yazıyorum kapıyı kapadım diyerek geriye savdım. Bereket versin içeri girmedi. Bundan tatlı ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı…”

            Aslında tüm bunlara bakıldığı zaman Beşir Fuad'ın intiharında, sanıldığı gibi materyalist düşüncenin doğurduğu kaçınılmaz bir son ya da bir tür sürüklenme değil de, tam tersine kendi dünya görüşünden kaynaklanan bir seçme özgürlüğü yani yaşamı ya da ölümü seçme özgürlüğü söz konusudur.
*          *          *

Yararlanılan Kaynaklar:
Ahmet Mithat Efendi, Beşir Fuad (Oğlak Yayınları, 1996)
Beşir Fuad, Şiir ve Hakikat (YKY Yayınları, 1999)

Orhan Okay, Beşir Fuad: İlk Türk Pozitivist ve Natüralisti (Dergâh Yayınları, 2008)

13 Ekim 2014 Pazartesi

Edebiyata Karışan Suç : Polisiye

            Sene 1841. Belki de soğuk bir kış günüydü. Elindeki kalemi masasına bırakıp, iskemlesine yaslandı Edgar Allan Poe. Önüne dağılmış bir tomar yaprağı toparladı. Bu tomarın en üstüne denk gelen sayfaya ise okunaklı bir şekilde şunu yazdı; Morgue Sokağı Cinayeti. Kim bilir, belki de böyle yaratıldı yıllarca sürecek, rağbet görecek hatta tartışılacak bir türün ilk örneği.

            Bilindiği üzere Edgar Allan Poe, dünya edebiyatında modern polisiye romanın kurucusu olarak kabul görmektedir. Bu unvana polisiye roman türünün ilk örneğini vermesi ve estetik kriterleri göz ardı etmeden yazması sayesinde sahip olmuştur. Onun başlattığı bu akım Emile Gaboriau, Arthur Conan Doyle, Maurice Leblanc ya da Agatha Chistie gibi isimlerle güçlenerek devam etmiştir. Poe’nun Dupin’i, Doyle’nun Sherlock Holmes’ü ve Agatha’nın Poirot’u bize polisiyeyi kabaca şöyle tanımlamıştır;  “ Genellikle bir cinayet, zaman zaman da hırsızlık, adam kaçırma ya da mafyayla mücadele gibi konular üzerine kurgulanan bu roman türü cinayet(suç), cinayeti işleyen(katil) ve cinayeti çözmeye çalışan dedektif (polis)’ olmak üzere üç bölümden oluşur.” Başından sonuna kadar merak duygusunu zirvede tuttuğu için de okuyucular tarafından çok sevilmiş ve her dönemde rağbet görmüştür.

            Dünya edebiyatını bu denli etkileyen türün edebiyatımızla tanışması ise diğer türlere nazaran daha kısa sürede olmuştur. İlk roman örnekleri verilmeye başlandığı andan itibaren polisiye romanlar da yazılmaya başlanmıştır. Polisiye romana ilgi, ilkin çeviri romanlar aracılığıyla karşılanmaya çalışılmıştır. Bu sebeple polisiye roman ile ilk tanışma 1881 yılında Ahmet Münif tarafından çevrilen Paris Faciaları adlı kitapla olmuştur. Aralarında Ahmet Mithat, Hüseyin Rahmi, Ahmet Rasim gibi önemli yazarların da bulunduğu bu çevirmen grup 1900’lü yıllara kadar yüzlerce polisiye çevirisi yapmıştır.

            Edebiyatımızın ilk yerli polisiye romanı ise bu çevirmen grubunun önemli isimlerinden biri olan Ahmet Mithat’ın kaleminden çıkmıştır. 1883 yılında Tercümân-ı Hakikat’te tefrika olan ve 1884 yılında yayımlanan Esrâr-ı Cinayât, ilk polisiye romanımızdır. Fazlı Necip, Peyami Safa, Kemal Tahir, Arif Yesari gibi isimlerle güçlenen bu girişim sonucu 1950 sonrasında popüler polisiye romanlar artık bugün bile erişilmesi güç satış rakamlarına ulaşmışlardır. Bugüne bakıldığında ise bu türün başını Ahmet Ümit, Osman Aysu, Celil Oker, Pınar Kür, Emrah Serbes gibi isimler çekmektedir.

Dünya Edebiyat Tarihini Değiştirdi

            Evet, tam da böyle demişti Poe’nun biyografi yazarı Jeffrey Meyers bu çıkışın önemini vurgularken; "Poe, dünya edebiyat tarihini değiştirdi”. Peki, hem fikir miydik? İşte ben de bunu merak ettim ve bu yazıyı oluşturmadan önce yaptığım ön hazırlığın yanı sıra küçük çaplı bir nabız yoklamasında da bulundum. Etrafımdaki insanlara yöneldim. Eşe dosta, yanımda yöremde kimi yakaladıysam ona belli başlı sorular sordum.

            “Ne tür romanlar okumayı seversin?” sorusuna verilen cevaplarda polisiye roman sıralamanın sonlarına atıldı, biraz zorlayınca esasında gerçekten okumaktan zevk alındığı itiraf edildi. “Polisiye deyince aklına gelen yazar ya da yazarlar kimdir?” sorusuna tahmin edileceği üzerine genelde Agatha Chistie cevabı verildi. Bazı cevaplara Arthur Conan Doyle de eklendi. “ Ya bizim edebiyatımızdan örnek vermek gerekirse?” diye soru genişletildiği zaman Ahmet Ümit şüphesiz zirvenin sahibi oldu ve son dönem dizi\film furyasının katkısı sayesinde Emrah Serbes de cevapların sonuna eklendi. Benim için sıra en kritik soruya gelmişti; “Peki, sence polisiye roman edebi bir eser midir? Estetik kaygı taşır mı? Yoksa popüleritenin bir ürünü müdür?”. Bu soru karşısında gösterilen tepkiler ise aslında şimdiye kadar okurun duruma pek bu açıdan bakmadığını ortaya koyuyordu. Kararsızlıklar ve sonunda gelgit yaşayan cevaplar bana tahmin ettiğim tabloyu sunmuştu; bilmiyorduk. Ne kendisini ne de dünden bugüne gelişini.

            Polisiye romanlar, ilk örneklerinin verildiği günden bugüne kadar okurun ilgisini çekme konusunda artan bir grafik izlemesine rağmen edebi tür olarak kendini kabul ettirmede neredeyse 170 yıllık tarihi geçmişine rağmen hâlâ güçlük çekmekte, üvey evlat muamelesine maruz kalmaktadır. Kimileri için “hoşça vakit geçirme, oyalanma aracı” olarak görülürken kimileri için ise insanı günlük sıkıntılardan uzaklaştıran bir “kaçış” yolu olarak değerlendirilir ve bu yüzden “edebiyat dışı” sayılır. Bu olumsuz eleştirilerin karşısında iyi bir polisiyenin iyi bir edebiyat örneği olduğunu ya da anlatımı içinde başvurduğu psikolojik, sosyolojik ve ekonomik çözümlemeler sayesinde sıradanlıktan kurtulduğunu savunanlar da bulunmaktadır.

            Esrâr-ı Cinayât’ dan bugüne gelinceye kadar polisiye roman hem kurgu hem konu hem de estetik kaygı konusunda kendini geliştirmiştir. Muhteşem bir kurgu içermesine rağmen estetik kaygı taşımayan Peyami Safa’nın kaleme aldığı Cingöz Recai’den, fantastik bir polisiye olarak kurgulanmış ve klişenin dışına çıkmış ama estetik kaygıdan da ödün vermemiş Murathan Mungan’ın imzasını taşıyan Şairin Romanı gibi bir örneğe gelinmiştir.  Mesela; Ahmet Ümit de İstanbul Hatırası romanında iyi bir polisiye kurguya sahip anlatımının içerisine biri gerçek ve güncel, diğeri tarihsel olan iç içe girmiş iki farklı kurguyu ustalıkla serpiştirmiştir. İşte bu tip örnekler son dönem Türk romanında polisiye roman türünün geçirdiği değişimi göstermesi bakımından önemlidir.

            Bir polisiye roman severi olarak bu gibi gelişmelerin polisiye roman tarihi açısından es geçilmemesi gerektiğini düşünmekteyim. Ben de birçok yazarımız gibi bugüne kadar yapılan olumsuz eleştirilerin kaynağında ‘bir polisiyenin güçlü bir entelektüel faaliyet içinde yazılabileceğinin kabul edilmemesi’ nin etkili olduğunu savunmaktayım. Bu durum okur kitlesinin niteliği ile de ilişkilidir. Mevcut okur kitlesinin büyük bir kısmı ne yazık ki romanları ‘yaşama dair kurtarıcı formüller’ veren nesneler olarak görmektedir. Hâlbuki roman formül vermez, yaşama dair sorular sorar, yaşamın sorgulanmasını sağlar. Bu acıdan bakıldığı zaman günümüz polisiye roman örnekleri toplumsal, psikolojik, ekonomik sorunlara eğilerek toplumsal romanın yerini almaya başlamıştır bile.

Ezcümle…

            Evet, sevgili okur, ben isterim ki bu yazı sayesinde kitaplığına bir daha bak, bugüne kadar okuduğun polisiye romanları gözden geçir, yukarıda sorulan soruları bir de sen cevapla. Tatmin olmadın mı? Hala polisiye üvey evlat mı diyorsan? O zaman bir Erol Üyepazarcı, bir Seval Şahin yazısı oku. Yok, bir tane de örnek eser isterim diyorsan Ahmet Ümit’in “ Polisiye iyi edebiyat değildir diyenlere açıkça tavır alıp saldırmıştım o kitapla.” dediği Sis ve Gece ‘yi edin en kısa sürede. Sonra al eline bir bardak çay bir daha gözden geçir benim naçizane satırlarımı. Hatta eksik bul, yanlışı söyle, suyu bulandır. Ama yeter ki oku.


Yalnızlar Mektebi \ Sayı:5 \ Kasım-Aralık 2013

11 Aralık 2013 Çarşamba

İçimde Ölen Biri Var


"Hadi bir şeyler söyle, çocuk gözlerim dolsun. İçinden "Git!" diyorsun. Duyuyorum gülüm. Gideceğim, son olsun. "

                                                                                                                                                                                     Ahmet KAYA


*          *          *
            Bir şey vardı şuramda. Acırdı arada. Yutkunurken hissederdim. Nefes bile aldırmazdı bazen. Yokladım, yok yerinde bu gece. Düşüyor sanki çok derinlere. Yere çarpma sesi gelsin diye bekliyorum ama gelmiyor. Bir uğultu alıyor onun yerini. Giderek uzaklaşan bir uğultu... Fısıltıya dönüşüyor. Sonra da sonsuz bir sessizlik... İnsana aslında bir şey duyduğunu sandıran o sessizlik. Kulak kesiliyorum tek bir nefes bile olsa duymak için, ama çıt çıkmıyor. İşte o çıkmayan çıt gibi artık benliğin.
           
            Her gece yanı başımda olan yüreğin de ayak sürüyerek uzaklaşıyor şimdi yüreğimden. Bu kez durması için bacaklarına tutunmuyorum sıkı sıkı. Sadece izliyorum. Kendine has ritmiyle, sallanarak uzaklaşan o adamı…
           
            Biraz uzaktan bir çakmak sesi geliyor. Sonra sigaranın ucu tutuşuyor çakmağın alevinde, duyuyorum. Birkaç nefes, ardından havaya bırakılan bir duman kümesi... Dağılırken fark ediyorum bir yumruk gibi çıkıyor iki dudağının arasından o duman kümesi. İlkokuldayken öğretmenimiz, kalplerimizin kendi yumruklarımızın büyüklüğü kadar olduğunu söylemişti. Bakıyorum, evet, yumruğum kadar. Sonra bir kez daha, bir kez daha… Derken son nefes ve bir yumruk daha... Sanki o son nefesle tamamen yüreğimi atıyorsun ruhundan dışarıya.
           
            Yol dümdüz. Hava açık. Yarında mı kar yağacak? Bak son dördün de yok bu kez. Oysa ne zaman geceleri o yolda gökyüzüne baksak son dördünü görürdük hep.
           
            Sen ilerliyorsun. Ağır aksak bir şey mi var arkanda, anlamadım. Ama var ile yok arasında bir görüntü takip ediyor sanki seni. Dönüp arada bir ona bakıyorsun, tedirginsin, kaçar gibi hızlandı adımların. Anılarımız mı o kurtulmaya çalıştığın? Bir ara itiyorsun, senden uzak olsun istiyorsun, birkaç adım gerinde kalıyor ama sonra yine kapatıyor arayı. Sen kurtulmaya çalıştıkça o paçana yapışıyor.
           
            Yanakların nemlenmiş. Ağlıyor olamazsın değil mi? O akan yaşların sebebi hikmeti tırnaklarını morartan soğuk mu yoksa son kez yüzünde hissettiğin soluğum mu?
           
            Yolun sonuna yaklaştın. Buradan bir dönüş olmalı. Duraksadın bir an. Nereye dönsem diye düşünüyorsun kanımca. Sakalını sıvazlayan ellerin bunun göstergesi. Anılarımız hala paçandan çekiştirmekte. Arada bir uzağa savuruyorsun ama diyorum ya hemen koşup arayı kapatıyor. Dönüp bakmamak için verdiğin savaşa şahidim uzaktan. Gülümsüyorum. “Ah şaşkınım!” diyorum. Bense saklamıyorum gözyaşlarımı. Gidişinle solan gamzelerimi yeşertmesini temenni ederek döküyorum yanaklarımdan tek tek.
           
            Hala bir karar veremedin. Ne bir adım ileri atıyorsun ne de bir adım geri. Beni mi bekliyorsun yoksa? Ama yok, bu kez ayaklarım yere çivilenmiş gibi. Yüreğim sana koşsa, koşmak istese ayaklarımın direnişine kim bakar, bilirim, ama bu kez yüreğim de kararsız sanki. Senin için çarpıyor fakat ilk kez aynı şiddetle de senden, kollarından, nefesinden, gözlerinden kaçmaya çalışıyor.
           
            Bak biri belirdi uzaktan. Tanıyor muyum? Evet. Sana mı bakıyor? Yoksa sen mi seslendin yüzünü sana dönsün diye? İstiyor musun onu? Ya da bir başkasını isteyebilmek için mi çırpınıyor kalbin? Bak yaklaşıyor. O da görüyor beni, tanıyor görür görmez. Biraz tedirgin sanki… Yok, yok benden değil. Gözlerindeki ‘ben’i görmüş olmalı. Oysa bir de yüreğindekini görse ardına bakmadan uzaklaşır ya, neyse.
           
            Artık ellerin rahat bıraktı sakalını. Sanırım verdin kararını. Ne yöne? Işık nereden göründü sana?
           
            Gidiyor musun? Peki, git.

            Sakın! Arkana dönecek gibisin. Dönme. Hareket vakti yüreğimden...

            Yolun açık olmasın bensizken. Bencilce evet, iyi niyetim de yok.

            Hakkım mı? Beni emanet ettiğin Allah’a kalsın. Şu ömrü hayatında bir kez daha yüzümü göreceğin o güne kalsın.


            Ve şimdi sen bende dinlediğim bir Ahmet Kaya şarkısı kadarsın; " İçimde ölen biri var. "

14 Kasım 2013 Perşembe

İdrak



Âdemoğlu ya da Havvakızı incindiği zaman ne yapıyordu?
a)     İncindiği kadar incitiyor.
b)    Bir seneliğine Rusya’ya gidip, özel bir hocadan ders alıp, dönüp intikam alıyor.
c)     Vur patlasın, çal oynasın günlere hızlı bir geçiş yapıp durumu inkâr ediyor.
d)     Her gün belli dozda katharsise başvurup forma giriyor.
e)     İdrak ediyor.
                                              
                                               *        *        *

         Bir gün bir adam bir kadına ‘Seni seviyorum.’ dedi. Gülümsedi kadın. Bir parıltı geçti göz bebeklerinden ve ‘Ben de seni seviyorum.’ dedi. Sarıldılar. Adam bir hediye paketi çıkardı cebinden. Kadın heyecanla adama baktı, dudaklarını ısırdı. Adam uzattı paketi. Kadın açtı ve ‘Muhteşem!’ diye haykırdı,‘Muhteşem bir kolye sevgilim.’.  Adam aldı kolyeyi eline, kadın sırtını döndü adama ve adam tüm kibarlığı ile taktı kolyeyi kadının o narin boynuna, küçük bir buse bıraktı omzuna. Kadın yeniden adama döndü yüzünü. Göz göze geldiler. Sonra da dudak dudağa…
         Kadın o ana kadar dünyanın en huzurlu, en mutlu, en sağlıklı ve en temiz insaydı oysa.
        
         Bir sabah...
         Gözlerini açtı kadın ve hemen telefonunun ekranına baktı. Ne bir cevapsız arama vardı ne de bir mesaj. Acaba uyanmadı mı? Acaba arayacak mı? Acaba bugün görür müyüm? Acaba…

         Bir öğle vakti...
         Adamın suratı asık, kadının canı sıkkın… Bir kelime dahi konuşmak gelmiyor içinden. ‘Neden?’ diye sormuyor kimse. Çünkü herkes oldukça haklı kendince. Hava çok güzel oysa. Şimdi temiz havada bir çay içmek vardı dışarıda. Ama yok, asla biri alttan almaz diğerini. Çünkü en çok o suçlu kendince.

         Bir gece yarısı...
         Sokak boş, hava soğuk... Kadının elleri buz kesmiş ki zaten normalde de pek ısınmaz. Adamın gözlerinden alevler çıkıyor âdete. Sigara üzerine sigara yakıyor o hırsla. Kadın bağırıyor sürekli. Adam umursamıyor sanki. Sıktığı dişlerinin arasından birkaç kelime dökülüyor arada bir, o kadar. Bazen kalkmaya niyetleniyor adam bazen ise gitmek isteyen kadının kolunu çekiştiriyor sıkıca. Kadın ağlamaya başlıyor. Sonra birden susuyor. Sonra gülüyor. Kendine kızıyor kadın. Neden gidemiyor? Neden git diyemiyor? Kadın eve giriyor sonra. Hep üşümüş, bazen ıslanmış çoğu zaman ağlak bu girişler. Uyku yok, kesik kesik öksürükler ve bu gecelerin sabahında tekrar ve tekrar verilen sözler.

         Yıllar sonra bir gün…
         Kadının bir elinde o kolye diğer elinde de bir mektup. Uzun uzun bakıyor uzun bir yolun sonundan. Gözlerinin feri sönmüş, saçları dağınık, gamzeleri küsmüş. Kolilere toparlamış yıllarını. Ayırmış ‘kırılacaklar’, ‘geri verilecekler’ ve ‘atılacaklar’ diye eşyalarını. Yüklemiş yüklerini omuzlarına, artık kapıyı çekme vakti. Geri dönüp son bir kez bakıyor evine. Kalan her şey toz içinde. Kimi yırtılmış kimi kırılmış kimi ise kirlenmiş. Pislik eline bulaşmış kadının. Eline, tenine ve sevgisine. Hızla çekiyor kapıyı, daha kirli bir yürekle.

         Oysa şimdi git diyen adam ne demişti ona yıllar önce; ‘Gitme, sonbahar oluyorum. Sonrası hiç.’.

                                               *        *        *

         Kadın incinmiş, adam kızgın, insanlar kötü.
         Gitmek istemeyen bir kadın, kal diyemem bir adam ve haddini bilmeyen insanlar.
         Şimdi kadın çok uzakta, adam sessiz, insanlar susmuş.
         Sadece adam hatırlıyor, sadece kadın üzülüyor ve insanlar unutmuş.
         Oysa bir gün kadın iyileşir, bir gün insanlar yanılır ve o gün adam idrak eder.
         Adam idrak eder.

6 Ekim 2013 Pazar

Kendi Önünüzden Çekilin


        Yağmurlu bir Ankara gününde, eğer evdeyseniz yapılacak en güzel şey; polar battaniyenize sarılıp, elinize de bir bardak -ince belli olmak şartıyla- sıcak çay alıp, Rimsky Korsakov’dan Şehrazat’ı dinlemektir.
         En azından ben bugün böyle yapma kararı almıştım. Ama ilk bardağı bitirmeden kuvvetli bir yazma arzusu hissettim parmak uçlarımda. Usulca çekilip camın önünden hemen yanı başımda duran çalışma masama oturdum. Klavyenin üzerinde gezdirdiğim parmaklarımın ardından odada gezdirmeye başladım gözlerimi. Geçerken duvarda asılı olan Türkan Sultan’a bir selam çaktım. Okuma köşemdeki kitapların dağıldığını fark ettim, bir ara elden geçirsem hiç fena olmayacaktı. Gardırop kapağının ucundan sarkan gömlek, kardeşimin yine denediği şeyleri yerine asmadan kaçtığını ele verdi haince. Birden aklıma boşalmak üzere olan buzdolabımız geldi, yağmur yavaşlayınca bir markete gitmeliydim. “Aman yok…” dedim sonra. “…yağmurun lüzumsuz romantizmi işte. Bu aralar yazacak hiçbir şeyim yok!”.
         Durum beni ziyadesiyle asabileştirmiş olacak ki bir hışımla kalktım masadan. Ama bir türlü ilerleyemiyorum. Polar battaniyem sandalyem ile sıkı bir münasebete girmiş olmalı. Çekiyorum gelmiyor. Amansız bir çekişme başladı aramızda. Tam olan gücümle çekip galibiyeti göğüslemeye hazırlanıyordum ki ayağım kaydı ve sertçe sandalyeye oturmuş buldum kendimi. Sinirle arkaya attım yüzüme düşen saçlarımı ve o an gözüm masanın iç kısmına yapıştırdığım nota takıldı; “Kendi Önünüzden Çekilin”. Sinirle karışık bir gülme aldı beni. Bir türlü kalkamamamın sebebi hikmeti belli olmuştu. Derin bir nefes aldım, gittim bir bardak daha çay koydum ve yeniden açtım bilgisayarı.


         ‘Kendi Önünüzden Çekilin’ benim meşhur ‘Altı Çizilen Satırlar’ listemin baş sıralarında yer alıyor bu ara. Bir televizyon programını izlerken çalınmıştı kulağıma. Çok da hoşuma gitmişti. Sahip olduğum halet-i ruh-iyemden olsa gerek o sıralar ihtiyaca binaen bir tat vermişti. Ve bana ilk çağrıştırdığı şey İsra Suresi’nin şu ayeti olmuştu; “Biz, her insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık.”.
         Kaderimle fazlaca kavga ettiğim o dönemde bir tokat gibi inmişti bu ayet yüzüme. Onca zamandır belki de ilk defa bu kadar iyi anlamıştım söylemek istediğini. Onlarca kişisel gelişim kitabının hep bir ağızdan sayfalarca bağırdığı şeyi tek bir ayet ne kadar da güzel özetlemiş diye düşünüyorum her zikrettiğimde. İşte bu ayetin hemen altına not etmiştim programdan duyduğum o sözü. Benim için iyi bir ikili olmuşlardı. Ara ara okumak, hatırlamak ve düşünmek için masamın en göze çarpan yerine yerleştirmiştim her ikisini de.
         Peki, gerçekten öyle miydi? Biz kendi önümüzde mi duruyorduk sürekli? O kadar bahane, çıkmaz yol, seçenek olmaması... Bunlar hep bizim kendi çabamızla mı alakalıydı?
         Maalesef evet. En azından kendi hayatımın film şeridini şöyle bir geriye sardığımda durumun bu olduğunu görüyorum. Tabii başlarda bir inkâr süreci yaşanıyor. Suçlu, sebep olan, alternatifsizlik… Bahaneler oldukça fazla oluyor. Ama durup bir nefes aldığın zaman esasen işin matematiğinin o kadar da karmaşık olmadığını görüyorsun. Bahane dediğin şey, merkezden kendini ve aslında sana ait olan sorumluluğu çektiğin zaman ortaya çıkıyor. Başka bir yolun olmaması da esasında diğer yolu seçmek istememenden kaynaklanıyor. Ve sen de bunları öğrenmek için canını yakan tecrübelere maruz kalmak zorunda kalıyorsun. Zaferlerin; başarı, hezeyanların; kader değilmiş bu hayatta, anlıyorsun. Sonra da usul usul kendi önünden çekiliyorsun. Ondandır benim kendi evimden kilometrelerce uzaklara kaçmam, yeni insanlar tanımam, daha çok okumam, daha çok düşünmem, daha çok dinlemem, daha çok yazmam.
         “İnişsiz çıkış olmaz kara kuzum.” derdi babaannem. Haklıymış. Ben de şimdi sizlere diyorum ki “Dostlar, inişlerden çıkışlara geçmek kendi önünüzden çekilmeden olmaz!”. Tecrübe ile sabitledim, olmuyormuş.
         Neyse benim ince bellinin dibi göründü. Yağmur ise bir süre daha buraları ıslatmakta kararlı gibi. Ben bir çay daha almaya gidiyorum. Siz de bir daha ki buluşmamıza kadar fona ‘Şehrazat’ ı yerleştirip ara ara hayatınızın film şeridini geriye sarın, fırsat buldukça da kendi önünüzden çekilin derim.

21 Eylül 2013 Cumartesi

Bir Ankara Yazısı




    Bilmem hatırlar mısınız Kemal Sunal’ın son filmi olan Propaganda’da bir kara tren sahnesi vardı. Bir vagonda yan yana dizilmiş üç köylü hep bir ağızdan şöyle diyorlardı; ‘Ankara Ankara güzel Ankara \ Seni görmek ister her bahtı kara.’
            Nedendir bilinmez Ankara denince benim zihnimin kamerası hep bu sahneye çevrilir. Önce Kemal Sunal belirir o üç köylü adamla sonra da Behzat baş komiser ile tespihi girer kadraja bir anda. Ardından fonda yükselen şarkı tabii ki de Pilli Bebek’ten ‘…  Solmuş insanların yüzünde gülümseme beklerken tren yolları boyu düşündüm.’’
            Evet, hücrelerime kadar işleyen mesleki alışkanlığım sayesinde yazının dikkat çekme kısmını başarıyla atlattığıma göre artık sizi güdüleyebilirim. Bu bir Ankara yazısıdır dostlar. Bu gidilecek istikamet belli iken beklenmedik bir anda dönülen sapağın yazısıdır. Bu yazısında yazar size kendi başkentinin kapılarını hafifçe aralayacaktır. Ve bu yazının sonunda her okur gökten kendi payına düşen elmayı usulca cebine atacaktır.
            Çok değil bundan yaklaşık bir sene önce benim de en ince ayrıntısına kadar planlanmış bir zorunlu istikametim vardı kendimce. Mezun olacaktım, kep atacaktım, sınavdan alnımın akıyla çıkıp tüm idealistliğim ile ders başı yapacaktım, sonra huzur ile başımı omzuna yaslayıp yarım kalan kitaplarımı okuyacak, ilk O’nun okuyacağı yazılar yazacaktım. Ama işte ben bu istikametin son dönemecinde direksiyonu beklenmedik bir şekilde Ankara’ya kırdım. Kim bilir belki de kırmak zorunda kaldım.
            Şimdi bir sınıf dolusu öğrenciye değil bir kitaplık dolusu test kitabına ‘günaydın’ diyorum her sabah. Günün ilk ışıklarıyla fırlıyorum yataktan, çıkıyorum evden. Uzun uzun yürüyorum sabahın o tatlı meltemi yüzümü yalarken. Tanımadığım sokaklardan, bilmediğim evlerin önünden, ilk kez şahit olduğum hayatların kıyısından geçiyorum. Yeni bir ev sahibim, hiç tanımadığım komşularım ve bahçemden ayrılmayan yüzsüz sokak kedilerim var artık. Bir de umudum var. Birazcık hırsım, bir tutam da kırgınlığım…
            Bir süredir odama pek uğramayan ilham perime inat başucu kitaplarım da var onlarca. O’nun omzunda değil belki ama iki büklüm yatağımın bir köşesinde okuduğum onlarca kitap. Yeni kitapçılarım, güler yüzlü bir bakkal amcam ve bir de ara ara yolunu tuttuğum bir sahaf\kafem.
            Evet, bu ara bir sahaf\kafeye alıştırdım ayaklarımı. Kızılay’ın merkezinde bir apartmanın ara katında, küçük, duvarları boydan boya raflarla dolu, insanı kendine bağlayan bir yer. Kendisini kitapçı arşınlarken kapısında asılı olan ‘ikinci el kitap alınır\satılır’ yazısı sayesinde keşfettim, çok sevdim, müdavini oldum çıktım. Ben de bu gibi keşiflerim yüzünden her gittiği şehirde önce kitapçıların adreslerini öğrenen biri oldum çıktım ya zaten. Görseniz çok severseniz, saatlerce oturmak istersiniz, kitaplara göz atarken zamanın nasıl geçtiğini fark bile edemezsiniz, belki de benim gibi cadde manzaralı masalarından birine oturur bir de demli bir çay söyler yazar yazar silersiniz.
            İşte kapının aralığından gördüğü kadarıyla benim başkentim bu ara dönüşüm içerisinde. Sükûnet içinde geçirdiği nefeslenme sürecini telafi etmeye hazırlanıyor. Başaracak gibi görünüyor. Ben ümit varım. Görmek, şahit olmak, yoldaş olmak, e biraz da destek olmak isterseniz sık sık yazılarımı ziyaret edin derim. Ziyaretlerinizi hayata geçirmek isterseniz de her yere bir otobüse atlayıp gelme mesafesindeyim dostlar, beklerim.