“Alnımızda bilgilerden bir
çelenk,
Nura doğru can atan Türk
genciyiz.
Yeryüzünde yoktur olmaz
Türk’e denk,
Korku bilmez soyumuz.
Candan açtık cehle karşı bir
savaş,
Ey bu yolda ant içen genç
arkadaş,
Öğren öğret hakkı halka gürle
çoş,
Durma durma koş.
Şanlı yurdum, her bucağın
şanla dolsun,
Yurdum seni yüceltmeye antlar
olsun “
Bu marş ile ilk karşılaştığım
zamanlar Anadolu Öğretmen Lisesi’nde birinci sınıf öğrencisiydim. Müdür beyin
komutu üzerine üst sınıflar hep bir ağızdan bu marşı söylemeye başladılar biz
ise yarım yamalak eşlik etmeye çalıştık. O atmosferin ben de yarattı etkiyi
hala hatırlarım. Sonraki haftalarda gördüm ki meğer, bu marş çarşamba günlerimizin
ritüelleri arasındaymış.
O birinci sınıftaki çarşamba
sırasının üzerinden yıllar geçmişti. Can Dündar’ın ‘Köy Enstitüleri’ belgesini
izliyordum. Birden fonda bir marş yükseldi. Kulak verdim. Sözleri şu
şekildeydi:
“Sürer eker biçeriz, güvenip
ötesine,
Milletin her kazancı milletin
kesesine
Toplandık baş çiftçinin,
Atatürk’ün sesine
Toprakla savaş için, ziraat
cephesine.
Biz ulusal varlığın
temeliyiz, köküyüz,
Biz yurdun öz sahibi, efendisi köylüyüz.”
Biz yurdun öz sahibi, efendisi köylüyüz.”
Meğer ‘Ziraat Marşı’
diyorlarmış adına. Tıpkı o birinci sınıfta içinde bulunduğum atmosferi anımsattı
bana. Köy Enstitüleri’nde vakti zamanında tarım derslerinden önce bu marş
söylenirmiş hep bir ağızdan. Tıpkı bizim de lise yıllarımızda yaptığımız gibi. Aslında bu iki marş Köy Enstitüleri metamorfozunun bir
nevi özetini sermekte gözler önüne.
Peki, neydi bu Köy Enstitüleri?
Hakkında ne biliyorduk ya da neler bilmeliydik? İşte ben bu yazımda bir Anadolu
Öğretmen Lisesi mezunu yani Köy Enstitüleri’nin torunu sayılabilecek bir eğitim
kurumunun mezunu olarak elimden geldiğince bu konuyu işlemek istedim. Şimdiden
sürçü lisan edersem affola. Noksanlıklarımı içimdeki o heyecanlı eğitimciye
verin. Mazur görün.
Köy Enstitüleri Nasıl Oluştu?
Sene 1935. Kurtuluşun üzerinden yıllar geçmesine rağmen halk yoksulluktan ve cehaletten kurtulamamıştı. Ne harf devrimi ne de okuma yazma seferberliği tatmin edici sonucu sağlamaya yetmemişti. 16 milyonluk ülke nüfusunun sadece 2,5 milyonu okuma yazma biliyordu. Yani 7 kişiden sadece biri. Nüfusun %80 inin köylerde yaşadığı göz önüne alındığı zaman neredeyse 40 bin köye devrimlerin kırıntıları bile ulaşmamıştı. Bu durum eğitimi köklü değişimin en önemli silahlarından biri olarak gören Mustafa Kemal’i oldukça huzursuz ediyordu. CHP’nin 4. kongresinde konu masaya yatırıldı. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan ile fikirlerini paylaşıyor, çıkar yollar arıyordu. Bu süre zarfında yurt dışı merkezli birçok eğitim kurumu ve uzman ile iletişime geçildi. John Dewey gibi bir ismin de arasında bulunduğu pek çok uzman ülkeye getirildi, araştırmalar yapmaları sağlanıp sonuçların üzerine gidildi. Tüm çalışmalar hep bir ağızdan eğitim seferberliğinin gelişim yönünden çok geri olan ve ülkenin çok büyük kısmını oluşturan köylerden başlanması gerektiğini söylüyordu. Mustafa Kemal de öyle yaptı. Kafasındaki çözüm yolları ışığında kemik kadroyu oluşturmaya başladı.
Sene 1935. Kurtuluşun üzerinden yıllar geçmesine rağmen halk yoksulluktan ve cehaletten kurtulamamıştı. Ne harf devrimi ne de okuma yazma seferberliği tatmin edici sonucu sağlamaya yetmemişti. 16 milyonluk ülke nüfusunun sadece 2,5 milyonu okuma yazma biliyordu. Yani 7 kişiden sadece biri. Nüfusun %80 inin köylerde yaşadığı göz önüne alındığı zaman neredeyse 40 bin köye devrimlerin kırıntıları bile ulaşmamıştı. Bu durum eğitimi köklü değişimin en önemli silahlarından biri olarak gören Mustafa Kemal’i oldukça huzursuz ediyordu. CHP’nin 4. kongresinde konu masaya yatırıldı. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan ile fikirlerini paylaşıyor, çıkar yollar arıyordu. Bu süre zarfında yurt dışı merkezli birçok eğitim kurumu ve uzman ile iletişime geçildi. John Dewey gibi bir ismin de arasında bulunduğu pek çok uzman ülkeye getirildi, araştırmalar yapmaları sağlanıp sonuçların üzerine gidildi. Tüm çalışmalar hep bir ağızdan eğitim seferberliğinin gelişim yönünden çok geri olan ve ülkenin çok büyük kısmını oluşturan köylerden başlanması gerektiğini söylüyordu. Mustafa Kemal de öyle yaptı. Kafasındaki çözüm yolları ışığında kemik kadroyu oluşturmaya başladı.
İlk hamle İsmail Hakkı Tonguç
oldu. Kendisi o dönemde Gazi Eğitim Enstitüsü’nde el işi öğretmenliği
yapmaktaydı. Ama bu statüsünden ziyade onun en dikkat çeken yönü özellikle
köyde eğitim konusunda birçok araştırmaya ve çeviriye imza atmış olmasıydı. Kim
bilir belki de bu yüzden Tonguç, o günden sonra İlköğretim Genel Müdür Vekili
olarak boy göstermeye başladı.
Mustafa Kemal bu yeni projesi
için ilk çareyi kendi ana ocağını, yani askerlerini devreye sokarak aradı.
Askerliğini çavuş olarak yapmış, diğerlerine nazaran daha iyi okuma yazma bilen
gençleri kendi köylerinde birer eğitmen olarak görevlendirmeyi düşünüyordu. Bu
amaçla orduda çavuş ve onbaşı olarak görev yapmış 85 genç, Eskişehir Çifteler’de
eğitime alındı, 6 ay kurs gördü.
Bu 6 aylık kurstan sonra
eğitmenler yanlarında yardımcı kitapları ile köylerine dönüp çocuklara okuma
yazmayı, temel bilgileri öğretmeye başladılar. Sadece çocuklara öğretmenlik
yapmakla kalmayıp köylüler için de gece kursları açtılar. Yetmedi kendilerine
verilen toprakları işleyerek geçimlerini sağladılar hem de köylüye örnek
oldular.
Gel gelelim ilk senenin
sonunda bir avuç çavuş ile bu işin istenilen yere gelmeyeceği anlaşıldı. Daha
fazla sayıda ve daha donanımlı bir öğretmen kadrosu lazımdı. Bu amaçla köylere
öğretmen yetiştirmek için özel bir kurum açılması kararlaştırıldı. Bu kararın
ilk küreği de Çifteler’de atıldı. Artık Çifteler bu fikrin merkeziydi.
Rüyasını bu aşamaya getiren
Mustafa Kemal ne yazık ki meyvesini göremeden hayatını kaybetti. Bayrağı İsmet
İnönü’ye teslim etti ve İsmet İnönü cumhurbaşkanı seçildi. Haliyle seyir
değişti, kabineyi Celal Bayar kurdu ve Milli Eğitim Bakanlığı’na Hasan Ali Yüce
getirildi.
İkinci hamle Hasan Ali Yücel
oldu. Kendisi hayatını eğitime adamış bir felsefe öğretmeniydi. Dünya
Klasikleri’nin çevrilmesi için bir tercüme bürosu kurdu ve 500 den fazla eserin
Türkçe’ye kazandırılmasını sağladı, üniversiteler kanunu çıkardı. Bakanlığı
süresince devrim niteliğinde birçok iş yaptı. Ama onu zirveye taşıyan asıl iş Köy
Enstitüleri Projesi oldu.
Yücel zaman kaybetmeden işe
koyuldu. Kendisinden önce yapılan işleri iyi bir ön hazırlık olarak
nitelendirdi ve değerlendirdi. Bir tasarı hazırlattı ve bu cephede kendisine en
güçlü silah arkadaşı olabileceğini düşündüğü İsmail Hakkı Tonguç’u yanına aldı.
Artık Tonguç vekil değil İlköğretim Genel Müdürü idi.
Tonguç’un köyde eğitim ve el
işi üzerine araştırmalar yaptığını belirtmiştim. İşte Yücel de bu yönü yüzünden
Tonguç’u sahaya sürdü ve araştırmaları sonucu Türkiye için ideal çözüm yolu olan
‘iş içinde eğitim’ için bir keşif gezisine gönderdi. Gezi sonunda ülke 21
bölgeye ayrılmış, şehirden uzak ama enstitü için uygun olan yerler
belirlenmişti. Ve 1940 baharında tasarı olan bu fikir artık bir yasa olarak
meclise geldi. Yasanın kabulünden sonra önceden kurulmuş olan 4 öğretmen okulu
enstitüye dönüştürüldü ve bu okullara 17 okulun daha eklenmesi kararlaştırıldı.
Geçen sürede sıra Hasanoğlan’a gelmişti. Sayısı 21’i bulacak bu kurumların en
önemlisi olacaktı Hasanoğlan. Başkente yakın olduğu için hem siyasiler hem de
yurt dışından gelecek misafirler için bir nevi model okul görevi görecekti. Bu
yüzden temel atma törenine daha önce kurulan 14 Köy Enstitüsü’nden öğrenci
grupları geldi ve bir temmuz günü Hasanoğlan’ın temeline ilk harç kondu. Bu ilk
harçla başlayan süreç öğrencilerin yaz-kış çalışmaları sonucu 6 ay gibi bir
sürede 20 binaya ulaştı. Ve artık o bozkırda koca bir yerleşke vardı.
Bir Eğitim Kurumu Olarak Köy Enstitüleri
Bir Eğitim Kurumu Olarak Köy Enstitüleri
Enstitüde günün ilk ışıkları zeybek havası ile karşılanıyordu. Bu bir nevi sabah sporuydu öğrenciler için. Sabah erkenden avluda toplanılır, sabah sporu niyetine halk oyunları oynanır, türküler söylenirdi. Daha sonra görevli öğrencilerin hazırladığı kahvaltılara geçilirdi.
Sabah
yedi buçuktan sonra serbest okuma saati başlardı. Enstitüler bu konuda çok
şanslıydı. Her okulun kendine ait büyük kütüphanesi vardı ve Hasan Ali Yücel’in
çevirisini yaptığı klasiklerin hepsi burada bulunuyordu. Aynı zamanda her
öğrenci için bir yıl içinde 25 tane klasik okumak zorunluydu zaten. Bu serbest
okuma saatinde isteğe göre müzik öğretmenleri tarafından mandolin, keman,
akordeon ve bağlama dersleri de veriliyordu. Hatta bağlama derslerini kimi
zaman farklı enstitüleri de gezen Âşık Veysel veriyordu.
Serbest
okuma saatinin ardından artık eğitim kısmı başlıyordu. Yalnız eğitim belli
kısımlara ayrılmıştı. %50 si normal orta öğretim derslerinden oluşuyordu. Kalan %50 de, yarı yarıya teknik ve tarım derslerine ayrılmıştı. Zaten enstitüleri
diğer eğitim kurumlarından ayıran en önemli nokta da burası değil miydi?
Özellikle
tarım dersleri pedagogların yıllarca tartıştığı iş içinde eğitimin en güzel
örneklerinden biriydi. Tarım saati geldiğinde öğrenciler kazmaları kürekleri
sırtlayıp hep bir ağızdan Ziraat Marşı’nı söyleyerek tarlaların yollarını
tutuyorlardı. Modern zirai teknikleri öğreniyorlar, tarlaları işliyorlar ve
ardından işledikleri tarlaların ürünlerini yine kendileri tüketiyorlardı. Bu
ders işlenişi ve alınan dönütlere bakıldığında, öğrenci açısından yaşayarak
öğrenmenin en kuvvetli kanıtını ortaya koyuyordu.
Söz
konusu 'teknik dersler' olduğunda ise kızlar ve öğrenciler yeteneklerine göre
farklı kollara ayrılıyorlardı. Erkekler; yapıcılık, demircilik ya da
marangozluk; kızlar ise yemek, biçki-dikiş ya da el işi gibi iş kollarından
birini seçiyor ve o yönde eğitim görüyordu. Müfredat okulun bulunduğu bölgeye
göre balıkçılık, arıcılık eğitimi gibi alternatifler de sunabiliyordu. Teknik
derslerin en büyük artısı ise bugüne sadece tarla ya da hayvan işleriyle
etkileşime girmiş köylü çocukları zanaatkâr yapmasıydı.
Sene 1942. Köy Enstitüleri
ilk mezunlarını vermişti. 1943’te Hasanoğlan’da Yüksek Köy Enstitüsü açılmıştı.
Mezun olan öğrencilerin en iyileri bir sınav ile buraya yerleştirildi. Böylece
tüm ülke için yetiştirilen köy öğretmenlerini yetiştirecek öğretmenler burada
eğitim görecekti. Yine sadece köylü çocuklarının gideceği bu yüksek okul
aslında bir nevi ilk ‘köy üniversitesi’ idi. Her öğrenci burada bir dalda
uzmanlaşmak ve tez hazırlamak zorunda idi.
Bilgiyi öğrencinin hayatına
bu kadar etkili yerleştiren bir eğitim kurumundan akademik başarısızlık
beklenemezdi ve olmadı da. Tüm bu eğitim sürecinin sonunda öğretmenliğe en
uygun öğrenciler seçildi, kalanların kazandırılan zanaat kollarında
ilerlemeleri sağlandı ya da sağlık birimlerinde eğitilerek köylere geri
gönderildi. Sonuç olarak giren öğrencilerin hepsi en iyi yapabilecekleri
işlerde eğitilerek mezun edildiği için %100 başarı sağlanmış oldu.
Mehmet Başaran, Fakir
Baykurt, Ali Dündar ve Talip Apaydın bu başarının en güzel örneklerindendir.
Madalyonun
Arka Yüzü
Bu yazım için araştırma kısmını hallettiğim zaman çevremdeki insanlarla bu konu hakkında etmek istedim. Hepsini, tüm yorumları sadece dinleyip bu yaptıkları yorumlarda nelerin etkili olduğunu anlamaya çalıştım. Bir nevi canlı ses kayıt cihazı görevi gördüm denebilir. Ama en üzüldüğüm nokta, bugün bile tartışılan konulardan biri olan Köy Enstitüleri hakkında birçoğumuzun aslında sadece yüzeysel şeyleri biliyor olduğunu görmemdi. Bu işin tarihçe kısmına biraz fazla yer vermem bu yüzdendir.
Bu yazım için araştırma kısmını hallettiğim zaman çevremdeki insanlarla bu konu hakkında etmek istedim. Hepsini, tüm yorumları sadece dinleyip bu yaptıkları yorumlarda nelerin etkili olduğunu anlamaya çalıştım. Bir nevi canlı ses kayıt cihazı görevi gördüm denebilir. Ama en üzüldüğüm nokta, bugün bile tartışılan konulardan biri olan Köy Enstitüleri hakkında birçoğumuzun aslında sadece yüzeysel şeyleri biliyor olduğunu görmemdi. Bu işin tarihçe kısmına biraz fazla yer vermem bu yüzdendir.
Yaptığım konuşmalarda bazı
farklı düşüncelerle karşılaştım ama tahmin edersiniz ki azınlıkta kaldılar. Bu
yüzden sohbetler aracılığı ile Köy Enstitüleri hakkında vardığım en genel
görüş; adımını Mustafa Kemal’in attığı daha sonra bayrağı İnönü’nün aldığı ama DP’nin
oyunlarıyla son verdiği muhteşem proje olarak tıkandı kaldı. Bu özet bana çok
sığ geldiği için biraz derine inmek istedim.
Öncelikle bir eğitim kurumu
olarak Köy Enstitüleri hem teoride hem de uygulamada bu ülke üzerinde kurulmuş
rakipsiz bir kurumdur. Bir eğitimci olarak mezun olduğum eğitim
fakültesinin bu tarz bir eğitim politikasına sahip olmasını gerçekten isterdim.
Ama.. İşte bu ama kısmıdır madalyonun arka yüzü.
Yazının başlarında da
söylediğim gibi Mustafa Kemal köklü değişimlerin kalıcılığını eğitim ile
saylayabileceğinin oldukça farkında olan bir önderdi. Devrimlerinin nüfusun %80
ini kapsayan köylere girememiş olması büyük bir engeldi onun için. Şehirde
eğitim gören öğretmenlerin köylere gitmek istememesi ya da gittikleri yerlerde
kalıcı olamaması onu ‘pratik usullere’ itmişti. Köyden alınan çocukların eğitilerek köye gönderilmesi de bir nevi kendi yağında kavrulma durumunun en
işlevsel haliydi. Çocuklar alındı, eğitildi ve öğretmen edildi. Yalnız bu süre
zarfında bazı çıplak gerçekleri de kabul etmek gerekiyordu. Zaten cahil ve
yoksul olan köylü çocuğu, herhangi bir şekilde okuldan uzaklaştırılırsa öğrenim
gördüğü süre boyunca ona yapılan masrafları 'ödemekle' yükümlüydü. İyi bir öğrenci
olup mezun olduysa 'yirmi yıl' boyunca Milli Eğitim Bakanlığı tarafından atandığı
yerlerde çalışmak 'zorundaydı'. Esasında otuz yıl öngörülmüştü ama sonunda yirmi
yıl ile yetinildi. Öğretmenlerin zorunlu hizmetlerini tamamlamadan
görevlerinden ayrılmaları mümkün dahi değildi, aksi takdirde yine öğrenim
hayatları boyunca kendileri için yapılan masrafları ödemek zorundaydılar. Hem
de iki katı olarak. Öğretmenliğe başladıkları zaman onca yıl aldıkları eğitimin
yanında, ellerine kuracakları cümleye kadar hazırlanmış rehber kitaplar
verilecekti. Onlarca eğitim bilimcinin savunduğu 'özgün eğitim yöntemleri' ile
eğitilen öğretmenlerin ne öğretecekleri zaten belliydi, ellerine ciltlenmiş
sayfalar halinde verilmişti. Bunun yanında enstitü mezunu öğretmenlere ayda
yirmi lira maaş ödenecekti. Altıncı yılın sonunda otuz, on beşinci yılın
sonunda da kırk lira alacaklardı. Ayrıca atandıkları yerlerde kendilerine
tarımsal üretim için gerekli arazi ve tarımsal aletler de devletçe
karşılanacaktı. Bir nevi küçük toprak sahipleri olacakları gibi tek tip insan
yetiştirmek için kurulan robotlar haline de geleceklerdi.
Hatırlayın daha ortada somut
hazırlıklar olmadan proje kabul edildiği için tüm Köy Enstitüleri temelden
çatıya öğrencilerin alın terleri ile inşa edilmişti. Aynı uygulama ,köylere okul
yapma konusunda köylü halka da uygulandı. Yasaya göre okulların kurulacağı
yerler üç yıl önceden belirlenecek, köylünün maddi desteği ile okullar ve
öğretmen evleri yapılacaktı. Okulların tamir ve bakımı da yine köylülerce
karşılanacaktı. Bir nevi en ucuz iş gücü ile en iyi verim. Peki, bu şekilde mi
uygulandı? Hayır. Tanınan süre kısa tutuldu, köylü elimizde imkân kalmadı
dediği zaman cezaya başvuruldu. Hatta bazen durum mecliste bazı isimler
tarafından eleştiriye yer açacak kadar abartıldı.
Meclisteki eleştiriler
demişken.. Aslında bu fikir ortaya atıldığı zaman meclisteki herkesi o kadar da
çok heyecanlandırmadı. Özellikle öğretmen yapılacak öğrencilerin sadece köylerden
alınması ileride yol açabileceği sakıncalar açısından tedirginlik
uyandırıyordu. Pek haksız sayılmazlardı. Sadece köylü çocukların tercih
edilmesi ile şehir ve kasaba çocuklarının köylerle teması kesiliyordu. Kırk,
elli yıl sonraki yaşam düşünüldüğünde kendi terbiyesinde pişmiş iki baskın
kısım görünüyordu ülke üzerinde. Şehirli kısım ve köylü kısım. Zaten kaynaştırmak
yerine kendi sınırları içine sıkıştırdığımız bu iki kesimin en küçük bir dış
müdahale ile uçlara çekilmesinin çok zor olmaması beklenirdi. Tabi bunun yanı
sıra az önce bahsettiğim köylüyü zorunlu imeceye iten kararlar da meclisteki
bazı isimlerde köylünün durumu sahiplenmek istemeyeceği yönünde tedirginlik
uyandırıyordu.
Üzülerek söylüyorum ki bu
eğitim kurumuna temelde gölge düşüren en büyük etken ideolojik kaygılar oldu.
Kurtuluştan sonra yıllarca sürmesi beklenen devrimler aylar gibi çok küçük
rakamlarla ifade edilebilecek süre zarflarında halka ciddi bir şekilde empoze
edildi. Her konuda tepeden inme bir yöntem denendi. Cumhuriyette de,
demokraside de, devrimlerde de, eğitimde de... Tepeden inme uygulanan her yöntem
baskıları beraberinde getirdiği için halk tarafından özümsenemedi ve mutlaka
çatlak seslere gebe kaldı.
Köy Enstitülerinin
kapatılmasında ihale, Milli Şeflik döneminin sarsıntıya girmesiyle boy gösteren
diğerlerine kaldı. Oysaki satır aralarına iyi bakıldığı zaman bu projenin en
büyük muhalefeti, daha tasarı zamanında CHP’nin kendi içinden çıkmaktaydı. Tasarı
mecliste oylandığı ve oy birliği ile kabul edildiği zaman oturuma katılmayan 148
milletvekili vardı. Bu rakam vakti geldiğinde CHP’nin eleştiriyi en çok kendi
içinden alacağının en büyük kanıtıydı ve öyle de oldu. Gelişen olaylar sonucu
öyle sanıldığı gibi sadece sağ kanat tarafından eleştirilmiyordu Köy
Enstitüleri. Aslında en kuvvetli eleştirileri sol kanatın kendisi yapıyordu. Bu
muhalefet İnönü’yü tedirgin ediyordu. Çünkü unutmamak gerekir ki, her ne kadar
Köy Enstitüleri ona ‘babamız’ diye hitap etse de, o bir politikacıydı. Yine
tepeden indirmeye çalışılan demokrasi onu zora sokmaya başlamıştı. Tabi bu
tedirginliğinin tek sebebi gördüğü muhalefet değildi. O süre zarfında
Hasanoğlan’a yaptığı bir ziyaret sırasında öğrencilerin uyanışına bizzat şahit
olmuştu. Bu yüzden o gün orada Hasan Ali Yücel’e “Yücel, bu çocuklar köylerde
işe başlayınca bizi tutacaklar mı?” diye sorma ihtiyacı hissetmişti. Evet, o
bir ömür boyu enstitüleri koruma sözü vermişti ama bu söz ona, kendisine hemen
önündeki seçimi de kaybettirecekti. Bu sancılı dönemin sonunda karar verme
zamanı gelmişti. Düşündü, taşındı ve karar verdi. Köy Enstitülerinden vazgeçti.
Dedim ya o bir politikacıydı.
Sene 1947. CHP, Hasanoğlan
Yüksek Köy Enstitüsü’nü kapattı. Ancak 1950 seçimlerini de kaybetti. İktidara
gelen Demokrat Parti 1953 yılında bütün Köy Enstitüleri’ni kapattı. Köy Enstitüleri’nin
13 yıllık maratonu böylece sona erdi.
Benim bu hikâyede içimi en
yakan yeri yine zamanında bu hikâyenin küçük kahramanlarından biri olan Talip
Apaydın -ki kendisi Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü öğrencisiydi.- çok iyi ifade
etmiştir:
“ Ziraat Marşı’nı bin kişi hep bir ağızdan söylerdik, inanırdık. Milletin efendisi olacaktı köylü. Ne kadar aldanmışız. Ah.. Ah.. Ne kadar aldanmışız.”
Koza Dergisi\Eğitim
“ Ziraat Marşı’nı bin kişi hep bir ağızdan söylerdik, inanırdık. Milletin efendisi olacaktı köylü. Ne kadar aldanmışız. Ah.. Ah.. Ne kadar aldanmışız.”
Koza Dergisi\Eğitim